Sanat Yalanlarının Dijital Boyutu
DR. Handan TUNÇ
Altın koza Konferans Metni 2007
Öykünme felsefi anlamıyla taklit, temsil etme ve benzeme anlamlarını taşıyan bir kavram
olmasına karşın, günümüzde özgünlüğün karşıtı olarak değerlendirilir. Modernizm özerklik ve
özgünlüğü yüceleştiren bu her iki olguyu özgürlüğün ayrılmaz bir parçası sayan etik çağdı.
Böyle olmak zorundaydı. Bireyin özgürleşmesinin ahlaki temellerini oluştururken etik ben
kavrayışını toplum kavrayışından ayırarak benin yükselişini ve özgünlüğün başıboş
bırakılmasını gelişme ideolojisinin temel itici gücü sayıyordu.
Günümüzde ister modernizm sonrası, ister postmodern dönem, ister geç modern dönem
olarak adlandırdığımız dönemde özgürlük, özerklik ve özgünlük kavramlarında kaçınılmaz
anlam değişikliği yaşanmıştır.
Modern zamanlar kendisini evrensel olarak görüyordu. Geç-modern zamanımız ise küresel
sayıyor. Evrensellik aklın egemenliğinde olmayı önerir. Orada “Ben” vardır ve “ben” özgür ve
özgün olmak zorundadır. Oysa küresellik tek tipleşmeyi öneriyor. Dışarıdan sunulan küresel
prosedüre uymayı dayatıyor. Tarihin yerini kronoloji alıyor. Böyle bir yaşam ortamında “ben”
olmaktan söz edilemezken, özerk ya da özgün olmaktan söz etmek hemen hemen
olanaksızdır. Acaba insanlık, belirsiz bir kimliksizleşme davranışına toplu olarak öykünüyor
olmasın?
Günümüzde insan ahlaki olarak belirsizlik içindedir. Mantıksal olarak tutarlı olan hiçbir etik
kod ahlakın temel yapısı olan belirlenmezlik durumuna uygun düşmemektedir. Böyle bir
çağda, ahlaki davranış garantilenemezken; kusursuz ve evrensel sarsılmaz temellere sahip
etik kod hiçbir zaman bulunamayacaktır.
Bir yandan özgür karar almanın arzu edilirliği, öte yandan özgürlüğün kötülük yapmak için
kullanılacağı varsayımlarının, özgürlüğü kısıtlama gereksinimi yaratması bir açmazdır.
Modernist dönemden kalma alışkanlıkla akıllı kişinin özerk olarak iyi davranabileceğine
güvenebilirsiniz. Ama bütün insanların akıllı olduğuna güvenemezsiniz.
Sorbonne’da “Sanatın Nesnesizleştirilmesi” başlıklı dersler veren Yves Klein,
nesnesizleştirmenin, sanatın özgürleşmesi, mekânın sınırsızlaşması ve şakacı bir çehre
kazanması için gerekli olduğunu savunuyordu. Sanatın nesnesizleştirilme eğilimi, fotoğraf
teknolojisindeki gelişmelerden, dijital imaj oluşturma süreçlerine dek uzanmaktadır.
1970’lerin ortalarında, teknoloji alanındaki önemli buluşlar, kişisel kullanım olanakları
giderek artan bilgisayarı birçok sanatçı açısından tercih edilir hale getirmiştir. Gerek
mikroişlemcinin bulunması, gerekse oldukça küçültülmesine rağmen daha da güçlendirilen
transistor çipler, bilgisayarların boyutları, maliyeti ve ulaşılabilirliği açısından dramatik farklar
yaratmıştı. Tasarım, televizyon reklâmcılığı, fotoğraf ve filmlerde kullanılan özel imaj
oluşturma süreçleri, ticari yatırımlar sayesinde kısa sürede milyonlarca dolarlık dev bir
endüstrinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Bu, etkili bir imaj üretim sisteminin ortaya
çıktığını göstermektedir. Böylece bilim adamları ve mühendislerin sanatçılarla işbirliğini
1
gereksinen bir süreçten, müşteri için Software’de gerçekleştirilen resimler ve imaj
sentezlemelerine doğru yönelen bir pazar anlayışı ortaya çıkmıştır.
Sanatçılar bilgisayarı, hem biçimsel deneylerini gerçekleştirebildikleri bir aygıt, hem de bir
ortam olarak kullanmaya başladılar. İmgeler, nesnesizleştirilmiş bir bilgi olarak bilgisayarın
belleğine geçirilmişlerdir artık. Dijitalleştirme süreciyle birlikte, bilgi akışı tümüyle yeni bir
görsellik alanını imlemektedir. Dijital modeller, temsil konusunda bir krizin ortaya çıkmasına
neden olacaktır. Çünkü 1990’larda her tür imajın bilgisayar aracılığıyla dijitalleştirilmesi ve
yeniden üretilmesi fotoğraf, video ve film sektörüne ciddi bir darbe olmaktan öte gerçeğin
izleri sonsuza dek bir daha bulunmayacak biçimde kaosta yitip gidecektir.Fotoğrafı temsil
ettiği görüntüden ayıran temel etmenler, günlük yaşamın kültürünü baskın bir biçimde
etkileyen sosyal bir faktör olarak kitle iletişim araçlarının gücü ya da sinema ve televizyon
gibi fotomekanik yeniden üretim süreçleridir. Böylece sınırsız bir hızla işleyen bu karmaşık
görüntü ağları, modernist fotoğrafın aurasını da alıp götürmüştür.
Abigail Solomon Godeau,“Sanat Fotoğrafı sonrası Fotoğraf” (Photography After Art
Photography) adlı fotoğrafın Postmodern süreçteki bu görünüşünü çarpıcı bir biçimde ele
almaktadır. Makalesinde Fotoğraf üzerine eleştirel ya da teorik olarak yazılan neredeyse tüm
makalelerde Postmodernist sanatın müellifi, öznelliği ve orijinalliği yok ettiği söylenmekte.
Bu belki de fotoğrafın içinde yer aldığı süreci görünür kılmaktadır. Neredeyse tüm bu
makalelerde orijinalin ve özgün olanın yerini alan yapay, kurmaca bir görüntü alanından,
‘simulakr’dan söz edilmekte. Böylece simulakr, görüntünün sosyal ve cinsel konumuyla
fotoğrafın, diğer tüm kitle iletişim araçları tarafından reklam ve pazarlama yöntemlerinin
merkezine çekildiği bir alanı da ifade ediyor.
Dolayısıyla Postmodernist fotoğrafik anlayış, bu unsurların bir kısmı ya da tamamıyla başa
çıkarak ilerlemek zorunda Barbara Kruger’ın çalışmaları, sanattaki bu yönelim açısından iyi
örnekler sunmakta ve teknolojiyle kurduğu bağlar sayesinde sosyal yapıyla ilişkili temsil
meselesine yönettiği ironik sorularla gündeme gelmektedir. Sanatçı, kavramsal temelli
çalışmalarını kopyalama ve kendine mal etme stratejilerini kullanarak oluşturmakta. Kruger,
mekanik üretim sürecine ait kaynaklardan elde ettiği hazır imajları yeniden üretmekte ve
yorumlama sürecini etkinleştirmek amacıyla da bu imajlara kimi metinler eklemektedir.
Sanatçının çalışmaları, kendi deyimiyle “ kimi temsil yöntemlerini tahrip etmek izleyicilerin
yerlerini etkinleştirme girişimi” olarak özetlenebilir. Kruger’in medyatik bilince dayalı işleri,
kitle iletişimi, kitle kültürü ve yüksek sanat arasındaki kesişim noktasında konumlanmaktadır.
:Artık sanatsal üretimde özgünlükten sözetmek mümkün görünmemektedir. Sanatın işlevi
tümüyle değişti… Ritüele dayalı bir sanat yok artık, politik bir uygulama olarak sanat var…Bu
bağlamdan bakıldığında kopyalama süreci, galeri dünyasının değer sisteminden kaçınmanın
bir yolu olarak karşımıza çıkmakta. Kopya sanatçıları çalışmalarında, yüksek değere sahip
sanatın ‘gerçekliği’ ile ‘meta” değeri yerine postmodern süreçte öne çıkan gösterge ve referanslara dayalı
nesnesiz bir sanattan sözetmek kaçınılmaz hale gelmiştir..
Manipülasyon başkasının çektiği fotoğrafı kullanım şekli, zaman duygusunun ve belleğin
silikleşmesi üzerine kurulu. Artık tarzlar ilerici ve gerici diye ayrılmıyor. Bugün yeni sanatsal
icatlar, eskiden kalmış olanları avlayarak onların yerlerine geçmek için değil, artık önüne
gelenin katıldığı sanat sahnesinde kendilerinin de ayak basabileceği bir yer bularak ötekilerin
arasına karışmak için yapılıyor. Artzamanlılığın yerini eşzamanlılığın, ardıllığın yerini birlikte
2
var olmanın ve tarihin yerini daimi bugünün aldığı bir düzenekte rekabet kaçınılmaz hızda
büyüyor. Artık sahte gerçeklerin tümünü boğmaya yazgılı olan bir ve tek gerçeğin
savunusundan söz edilemez. Artık eski ve yeni tüm tarzlar, aynı stratejiyi uygulayarak
yaşamaya haklarının olduğunu göstermek zorundalar. Çünkü bunların hepsi, maksimum etki
ve hazır tüketim için yaratılan bütün kültürel yaratılar için geçerli olan aynı yasalara
tabidirler.
Fotoğrafı temsil ettiği görüntüden ayıran temel etmenler, günlük yaşamın kültürünü baskın
bir biçimde etkileyen sosyal bir faktör olarak kitle iletişim araçlarının gücü ya da sinema ve
televizyon gibi fotomekanik yeniden üretim süreçleridir. Böylece sınırsız bir hızla işleyen bu
karmaşık görüntü ağları, modernist fotoğrafın aurasını da alıp götürmüştür
Böyle bir durumda insanlığın karşısına yeni etik normlar çıkarmak yerine modernizmin
ürettiği normlardan da vazgeçmek zorunda değil miyiz?
Kabul edelim ki duygusal bir söylemle kendimizi şöyle tanımlayabiliriz; “Biz yalnızlığımızdan
dolayı birlikteliğin özlemini çekiyoruz. Yalnızlığımızdan dolayı kendimizi ötekine açıyor,
ötekinin kendisini bize açmasına izin veriyoruz. Biz sadece yalnızlığımızdan dolayı ahlaki
benliklere dönüşme arzusu duyuyoruz. Bugünkü birlikteliklerimizin geleceğimizi
anlamlandırabilecek kurtuluşlar olarak yatırım şansını deniyoruz.” Böyle bir durumda
öykünmeyi nasıl kınayabiliriz?
İnsanın diyalektik karşıtlığı olan özgürlük ve yükümlülük ışınları kimliksizlik ekranında, bir
bileşene dönüşürken; insanın esareti tek yaşama alanı olarak yeniden oluşturuyor. Bu
kimliksizlik, bir kaçış planı olarak yapılandırılıyor.
Oysa herhangi bir öykünme durumunda böyle bir kaçış yoktur. Öykünme ne denli zayıflık ve
aşağılık anlamlar saklasa da, bir kaçış değil; bir biçimde ötekini üstlenmektir. Üstelik her
zaman masum bir üstlenişte değildir. Akla gelebilecek bütün öykünme durumlarında gerçek
amacın saklandığından kuşkulanabilir, benzeme isteminin aslında benzetme çabasının bir
başlangıcı olduğunu düşünebilirsiniz.
Modern sonrası çağımızda varlıklar artık birbirine öykünmez. Öykünmede sözü edilen
saklamak gibi artık yapmacıklık ve aldatmaca vardır. Aldatma, kendi içinde bir “gerçek şeyin”
var olduğu izlenimini verir. Günümüzde artık “şeylerin” yapaylarının yapılması ya da yanlış
temsil edilmesi için öncelikle “gerçek” olmaları gerekir. Sahtekârlık kuşkusu, her zaman
sonunda ortaya çıkacak olan gerçeğin güvenirliği ve alt edilmezliğine ilişkin bir ödüldür. Başka
bir söylemle öykünmeye ilişkin duyduğunuz kaygı gösterenlerle bunları gösterdikleri
arasındaki katı ayrımı sürdürme ısrarından doğar. Ama eğer anlamlandırma ayrımı yapamaz
ve dolayısıyla gösteren ve gösterilenin birbiriyle karıştığı bir evrende kaybolursanız, güvenilir
gerçekle onun temsilleri, öykünmeleri, taklitleri hep sizi şaşırtacaktır. Acaba gerçek bu mu?
Bu kaybediş günümüzde kaçınılmazdır. Sanal ortamlarda, sanal zihinlerde, sanal yaşamlarda,
gerçek sürekli yeniden üretilir, eskitilir. Başka bir kolâjla yeniden üretilir. Bu bitmez tükenmez
dönüşümde “gerçek gerçeği” saptayamayacağımız gibi ilk öykünenin hangi özne olduğunu da
bulmak olanaksızlaşır. Bugün artık yeni sadece eskinin yeniden kullanıma sokulma halidir.
Eski yeniden kullanıma sokulmayı ve yenileştirmeyi bekleyendir.
3
Ötekine öykünmenin karşıtı, ötekini kendileştirmemizdir. Max Frisch’in saptamalarını
dikkatle irdelersek; ötekinin bir gizem olduğunu vurgulayan sözleri bizi ilginç bir yanlışlıkla
yüzyüze getirir. “Öteki bilmecedir, fakat kişi bu bilmeceyi çözerken heyecandan yorgun
düşme eğilimi taşır. Bir süre sonra kişi kendisi için bir imaj yaratır. Bu sevgisiz bir edim ve
ihanettir. Öteki için bir imaj yaratmak bu imajın ötekinin yerine yerleştirilmesini doğurur.
Artık öteki hafifleyerek durağanlaştırılır. Heyecan duyulacak bir şey kalmamıştır.”
Öykünmeyle başlayan bu kendileştirmede, ben ötekini neye ihtiyacı olduğunu biliyorum.
Artık ötekinin yapabileceği her şey ondan sıyrılmıştır. Öykündüğümü kendileştirdikten sonra
ötekini bütün yapabilirliklerini ona karşı kullanabilirim. Öykünmenin yarattığı imaj, bir
ölümün kostümlü provasıdır.
Jean Baudrillard’ın bütün araştırmalarında yinelemekten bıkmadığı gibi; bu dünya bir taklitler
dünyasıdır. Burada imgeler gerçeklikten daha gerçektir. Her şey bir temsildir, dolayısıyla
temsil ile temsil edilen arasındaki fark doğru olarak ortaya konulamaz. Bir sanat ürününü
öyküne bir düşünceye öykünme bir davranış biçimine öykünme modernizm için insanın
özgürlük ve özgünlüğünü olumsuzlanması anlamını taşıyordu. Oysa günümüzde gerçek ancak
binlerce temsili ve taklitleriyle birlikte yaşama katılabiliyor.
Sanat ile sanat olmayanı birbirinden kesin olarak ayırabilme arzusu ne felsefi olarak ne de
yaşam deneyimi olarak tatmin edilemeyen bir arzudur. Ancak sanatın gerçek entelektüelleri
iki yüzyıl boyunca sanatın gerçeklik olgularını ayrıştırmak, sınıflandırmak ve değerlendirmek
için önemsenmeyecek çabalar harcadılar. Ortaya sistematik bir değer yapısı olan sanat tarihi
çıktı. Ancak bu çaba bugün anlamsız bir “tutuculuktan” öte değildir. Özellikle son yirmi yılda
tüm sanat dallarında kendi zamanlarının yaratımlarının yeniden yeniden üretmek bir yana,
modern sanatın tarihinin en değerli ürünlerini de yeniden yeniden üreterek değerlerine
ilişkin farklı soruların sorulması sağlanmıştır. Artık bir sanatçının ötekine öykünmesi söz
konusu değil; tüm sanatsal kültürün birikimlerini kendi eylemlerinin ve edimlerinin aksesuarı
ya da dekoru haline getirmesi olağan üretim biçimi olarak sayılmaktadır. Öyleyse “orijinal
eser” “kopya eser” arasında ne bir değer farkı ne de ir estetik fark yorumlanabilmektedir.
Çünkü bu eğilim suç sayılamayacak kadar açıkça, kitle önünde ve tüm iletişim araçlarıyla
yapılabilmektedir. Sanat entelektüellerinin görevi artık kültürel “yasamacı” olmaktan çıkmış,
“kültürel yorumcu” olmak izleyiciliğine indirgenmiştir.
Etik öteki için olmaktır. Kabul etmeliyiz ki bugün biriktirdiğimiz tüm etik savların dışında yeni
bir etiğe ihtiyacımız vardır. Üzerinde yaşadığımız, hareket ettiğimiz ancak bir türlü
bilmediğimiz anlayabilmek için çaba harcamadığımız zamanımız, hangi nostaljik etik ekol
içinde olursanız olun, sizi duymayacaktır. Zamanımızın etik problemi öykünme gibi özgürlük
gibi küçük tartışma alanlarından öte en genelde etik kavramının bizzat kendisi üzerinde
yoğunlaşmaktadır. İçinde bulunduğumuz uzam ve zamanın insanla ilişkisinin yeniden
tartışmadan, insana kazandığı ya da kayıp ettiği yeni özellikleri ile bakmadan hiçbir etik ölçü
geliştiremeyiz. Geliştirilebilecek ölçütlerin ise gerçekçi bir yükümlülüğü olmayacaktır.
İnsanın artık doğayla değil teknolojik evreni ile; artık aklı ile değil, kitlesel eğilimleriyle; artık
duyguları değil, kolektif hazları ile yeniden değerlendirilmek zorundadır.
Estetik ölçütünde artık toplum değil sanatçının kendi için bilinci belirleyicidir.
Misyon ve anlatı yadsınırken onların yerine montaj konmaktadır.
4
3.Gerçek açık uçlu olarak kavranmakta ve gerçekliği yansıtma yerine belirsizlik ve
kararsızlık esas alınmaktadır.
Bireyin bütünleşmiş kişiliği, tutarlılığı bir tarafa atılmakta, hümanist değerlerden ve
yapısallıktan arındırılmış kişilik belirleyici olmaktadır.
Yüksek sanat ile kitle sanatı ayırımı ortadan kalkarken taklit ve yapıştırma sanatsal
yapıtın üretilmesinde ön plâna geçmektedir.
Sahtekârlık kuşkusu, her zaman sonunda ortaya çıkacak olan gerçeğin güvenirliği alt
edilmezliğine ilişkin bir ödüldür. Başka bir söylemle öykünmeye ilişkin duyduğunuz kaygı
gösterenlerle bunları gösterdikleri arasında katı ayrımı sürdürme ısrarında doğar. Ama eğer
anlamlandırma ayrımı yapamaz ve dolayısıyla gösteren ve gösterilenin birbiri ile karıştığı bir
evrende kaybolursanız, güvenilir gerçekle onun temsileri, öykünmeleri, taklitleri hep sizi
şaşırtacaktır. Acaba “gerçek bu mu?” Bu kaybediş günümüzde kaçınılmazdır. Estetik yargı,
etik yargı gibi, gerçeğin sürekli yeniden üretilip eskitildiği çağımızda, bitmez tükenmez
dönüşümde “gerçek gerçeği” saptama ya da ilk öykünenin hangi özne olduğunu bulgulama
sorumluluğu olanaksızlaşmıştır.
Zygmund Bauman şu saptamasını tüm kızgınlığımızı bastırarak, tüm entelektüel inançlarımızı
unutarak bakabilmeyi başarırsak etiğin yeni bir çağının başladığı ayırtına varabiliriz. Felaket
kehaneti saadet kehanetinden daha fazla önemsenecektir. (Parçalanmış Hayat:359) Öyleyse
günümüzün etik araştırmacıları, etik önermelerini bundan önce olduğu gibi mutluluk ve yarar
üzerine kurmaktan vazgeçmelidirler. Günümüzün etik düşünürlerinin sorumluluğu korkunun
bulgubilimi ve belirsizlik ilkesini öne çıkarmalarıdır. Önermelerimizin sonuçları gelecekte
oluşacak insan yaşantısını devamı ile uyuşmayacaksa, etiği bir düşünüş biçimi olarak
geçmişte bırakmaktan kuşku duymamalıyız.
Öykünme ahlaki bir durumun bizzat kendisidir. YALANLARLA YAŞAYAN İNSANDIR DİJİTAL
TEKNOLOJİ ETİK DEĞERLERİNİ YİTİRMİŞ İNSANIN YALANLARINI MEŞRULAŞTIRABİLİYORSA,
İNSAN ZATEN HİÇ GERÇEK OLMADI.
5
Etiketler: handan tunc Sanat Yalanlarının Dijital Boyutu