MODERN POLİTİK İDEOLOJİLER VI.
TEOKRASİ
HANDAN TUNÇ
TEOKRASİ
Teokrasi, dine dayalı yönetim biçimini tanımlamak
için kullanılan terim. Daha doğru bir
anlatımla, dini otorite organlarının siyasi otorite
organları yerine devlet idaresini elde tuttuğu
devlet biçimidir.
Her ne kadar farklı algılanış biçimleri ve yorumları
mevcut olsa da, teokrasi en yalın anlamda "devlet
işlerinden bir tür ruhban sınıfının sorumlu olduğu
ve devlet işlerinin dini temellere dayandırılmaya
çalışıldığı sistem" olarak tanımlanabilir.
TEOKRASİ TERİMİNİN KÖKENİ YUNANCA ΘΕΟΚΡΑΤ ΊΑ
(THEOKRATİA)'DAN GELMEKTEDİR. TANRI DÜZENİ (JOSEPHUS)
DEMEKTİR. KELİME YUNANCA TEOS'DAN DÖNÜŞMÜŞTÜR.
THEOS KELİMESİNİN KÖKENİ HİNT AVRUPA DİLLERİNDE DİNÎ
KAVRAMLAR İÇİNDE YER ALIR .
THEOS'UN ANLAMI TANRI, KRATOS'UN ANLAMI İSE DÜZEN
DEMEKTİR. KELİME YUNANCADA TANRI'NIN DÜZENİ ANLAMINA
GELİR. TEOKRASİ KELİMESİ HİÇBİR DİLDE DE GERÇEK
ANLAMINDA KULLANILMAMIŞTIR . İNGİLİZCEDE KAYDEDİLEN
İLK KULLANIM 1622 TARİHLİDİR. İLAHİ ESİN
ALTINDAKİ PAPAZLARIN HÜKÜMETİ OLARAK
(TEVRATDA KRALLARDAN ÖNCE KULLANILDIĞI ŞEKLİYLE)
ANLAŞILMIŞTIR. 1825'TEN SONRA İSE DİN ADAMLIĞINA VE DİNE
DAYALI POLİTİK VE SİVİL GÜCE TEOKRASİ DENİLMİŞTİR .
DİN KURALLARININ GEÇERLİ OLDUĞU SİSTEM
OLAN TEOKRASİDE, KURALLAR YA DİNİ
KURALLARIN AYNISIDIR, YA BUNLARDAN
BÜYÜK ÖLÇÜDE ETKİLENMİŞTİR YA DA DİNİ
KURALLARLA ÇELİŞİK OLSA DAHİ DİNİ
TEMELLERE DAYANDIRILIR YA DA
MEŞRUTİYET İÇİN DAYANDIRILMASI GEREKİR.
TEOKRASİ İLE YÖNETİLEN ÜLKELERDE HUKUK
SİSTEMİ DİNE DAYANDIRILMASI GEREKİR,
HUKUKİ KARARLARIN EN YÜKSEK MERCİİ BİR
TÜR RUHBAN SINIFIDIR.
TEOKRATİK SİSTEMİN DAYANDIRILDIĞI DİNE GÖRE
AĞIRLIĞI VE ÖNEMİ ÇEŞİTLİ OLSA DA, BU SİSTEMDE
DOĞMA MANTIĞI VE AKLİ DURUM GÖZ ÖNÜNDE
TUTULUR; ÇOĞU ZAMAN MANTIKİ, AKLİ VE PRATİK
DURUMLAR KABUL EDİLEN DOGMALARA ADAPTE
EDİLMEYE ÇALIŞILIR.
TEORİK ANLAMDA, SİSTEMİN TEMELİ DOGMA DIR,
DİĞER HER TÜRLÜ BİLGİ İKİNCİL ÖNEM VE
PLANDADIR. TOPLUMSAL YAPI, HUKUKİ
YORUMLAR, EĞİTİM VE KİŞİSEL HAK VE
ÖZGÜRLÜKLER DİNİ KURALLARA GÖRE
UYGULANIR. GÜNÜMÜZDE VATİKAN, SUUDİ
ARABİSTAN VEİRAN BÖYLE YÖNETİLMEKTEDİR.
ORTA DOĞU VE SİYASAL İSLAM
SİYASAL İSLAM
Siyasal İslam’ın, Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın
birçok bölgesinde, farklı görünümlerde varlığını ve
hegemonyasını koruyan bir olgu olarak kalmaya devam
etmesi, söz konusu bölgelerde kapitalist üretim
ilişkilerinin farklı ideolojik kodlar altında sürdürülmesi,
hegomonik yapıların güçlenerek varlığını koruması ve
daha da önemlisi bunlara karşı mücadele eden güçlerin
giderek artan bir baskı altına alınması gibi olguları
beraberinde getiriyor.
Bu durum siyasal İslam’ın hegemonyasını
hangi süreçler sonrasında elde ettiği, hangi
kaynaklardan beslendiği, toplumsal tabanını
nasıl genişlettiği ve siyasal İslam ile hangi
araçlarla mücadele edilmesi gerektiği gibi
soruları yanıtlamayı da zorunlu hale getiriyor.
Liberal çevrelerin bu sorulara verdiği yanıtlar,
bağlamından, dolayısıyla kapitalist üretim ilişkilerinden
koparılmış içi boş bir modernizm eleştirisinden “sınıfların
bittiği” tezinden türetilen “kimlik”çi ve “kültürel”ci
açıklamalara, siyasal İslam’ın, başta kadınlar olmak üzere
ezilenler üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırdığı
ideolojik, siyasi, toplumsal baskısını ve hegemonik
boyutunu gözden kaçırarak ulaşılan “çok kültürlülük”
analizlerine kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Özelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD öncülüğünde
oluşturulan “yeni düzen” de, sosyalist hareketin
tasfiye edilerek, sermayenin yayılma dinamiklerinin
zemininin hazırlanmasında oynadığı rolü ve antiemperyalizm ile antikapitalizm arasında kurulması
gereken güçlü bağı ihmal eden kimileri için siyasal
İslam başta Pakistan, Afganistan ve İran olmak üzere
kimi coğrafyalarda antiemperyalist bir dinamiği temsil
ediyor.
Uzun yıllardan beri monarşik ya da diktatör rejimlerle
adeta demir yumrukla yönetilen Ortadoğu ve Kuzey
Afrika son zamanlarda yaşanan halk isyanları ve bu
isyanların sonucunda devrilen ya da kendini
dönüştürmeye çalışan rejim görüntüleriyle uluslararası
toplumun gündemine gelmektedir.
17 Aralık 2010 tarihinde 26 yaşındaki üniversite
mezunu Tunuslu Muhammed Buazizi’ nin tezgâhına
pazarda güvenlik güçlerinin el koyması üzerine Buazizi’
nin hiçbir yetkili ile görüşememesi ve çaresizliğini
kendini yakarak göstermesi Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’daki halk kitlelerini harekete geçirerek bölgede
bir domino etkisi oluşturmuştur.
Bu etki öyle büyük olmuştur ki 30 – 40 yıldır
neredeyse tek başına ülkelerini yöneten liderler, ya
yönetimi terk etmek ya da halkların talepleri
doğrultusunda rejimlerini reform etme
durumunda kalmışlardır.
Bölgede ortaya çıkan yeni siyasi, ekonomik ve
sosyo-kültürel yapının şekillenmesi sürecine
kuşkusuz dış güçlerin ve en önemlisi hegemonik güç
olan ABD’nin de büyük katkısı olmuştur.
Öyle ki, yıllardır arkasında durdukları ve
destekledikleri yöneticilerin tasfiye edilme ve
halkların yönetimi ele geçirme sürecine direkt ya da
dolaylı katkıda bulunmuş ve bulunmaya devam
etmektedirler.
Tabi ki dış güçlerin ve özellikle de ABD’nin bu
katkılarının sırf bu bölgedeki halkların yaşadıkları
kronikleşmiş işsizlik, demokrasi ve insan
haklarından yoksunluk gibi oldukça uzun vadeli
sorunlara çözüm bulmak için yaptığını düşünmek
doğru olmayacaktır.
Çünkü isyanların çıktığı ülkelerin ortak özelliklerine
büyük resimden bakıldığında aslında bu ülkelerin
uluslararası sisteme eklemlenen hatta ABD ve batılı
güçlerin yarı sömürgeleri durumunda bulunan,
Müslüman otoriter/totaliter rejimler oldukları bunun
yanında petrol ve diğer yeraltı zenginlikleri bakımında
büyük potansiyele sahip olan ülkeler oldukları
görülmektedir.
Ne olmuştu da, sanki bir el düğmeye basarak batı ile bu
kadar entegre olmuş bugüne kadar halklarını adeta demir
yumrukla yönetmiş rejimlerin ipini çekmişti? Ne olmuştu da
bunca yıldır baskı ile yönetilen halk kitleleri demokrasi
istemeye başlamıştı? Ne olmuştu da bu bölgede yaşayan
insanların bunca yıldır görmezden gelinen ya da bastırılan
demokratik hak talepleri neden şimdi Batı tarafından
desteklenmişti? Elbette bu ve benzer sorulara çeşitli bakış
açılarıyla, ideolojik yaklaşımlarla ya da kuramlarla farklı
farklı cevap vermek mümkündür.
Ancak tüm bu farklı yaklaşımların üzerinde
uzlaşacakları ortak nokta Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da
artık geri dönülmez bir değişimin başladığı ve bölgeyi
dönüştürdüğüdür.
Bu sorulara hegemonya ve hegemonik düzen kuramı
üzerinden cevap arandığında ise mevcut
hegemonik sistemde bir kırılmanın meydana geldiğini ve
bu bölgelerdeki yapının artık hegemon gücün çıkarlarına
uygun yapılar olmadığını bu nedenle uygun şekilde
dönüştürülmelerinin gerektiğini söylemek mümkündür.
Çünkü Soğuk Savaş döneminde kimi zaman Batı düşmanı,
kimi zaman da Sovyet bloğunun yanında yer alan ya da çok
fazla Batının kapitalist sistemine eklenmeyen bu ülkeler
Soğuk Savaş sonrası dönemde genel olarak hala otoriter
yapılarını korumakta ve demokratik sistemden uzak siyasal
rejimler olarak varlıklarını sürdürmekteydiler.
Hatta Mısır gibi bazı ülkeler hegemon gücün bölgedeki en
büyük müttefiki olsa bile Batı değerlerini ve demokratik
kültürü yansıtmıyordu kuşkusuz bu durum Soğuk Savaş
dönemindeki çevreleme politikasının yerini alan genişleme
politikasına ters bir durum teşkil ediyordu.
1990 sonrası dönemde Serbest piyasa ekonomisi, demokrasi
ve sivil toplum değerlerinin artık küreselleştiği ve bu değerler
temelinde yapılanan devletlerin uluslararası ilişkilerde normal
devletler olarak yer alabileceğine ilişkin geniş bir kabul
oluştuğunu söylemek mümkündür. Bu değerlerin ve ilkelerin
batılı modelde değişen varyasyonlarının var olduğu
kuşkusuzdur.
Bu nedenle dünyanın öteki bölgelerindeki devletlerin de bu
model doğrultusunda kendilerini yenilemeleri hegemonik
istikrar açısından bir gereklilik haline geldiğini söyleyebiliriz.
Bu beklentinin geri planında; söz konusu ilkelere göre
düzenlenmiş devletler arasında savaş ihtimalinin azalacağı ve
dünyanın daha barışçıl hale geleceği düşüncesi bulunmaktadır.
Ancak, gelişmiş ülkeler dışındaki bölgelerdeki devletlerin bu
doğrultuda nasıl dönüştürüleceği önemli bir sorundur.
Bu sorunu aşmak için söz konusu gelişmekte olan ülkelerin iç
yapılarının değişimi gerekmektedir. Bu durum çoğunlukla şu
günlerde Tunus ve Mısır’da yaşanan rejim değişikliği şeklinde
olmakta ya da bazı durumlarda hegemon güç tarafından
izlediği iç ve dış politikasını değiştirmeye zorlanmaktadır.
Bunun dışında Ortadoğu’da yaşanan eylemlerin nasıl
adlandırılacağına ilişkin bir kafa karışıklığının olduğu
görülmektedir. Bu halk eylemlerin terminolojik olarak
hangi konsepte oturtulacağına dair iki görüş öne
çıkmaktadır. Bazıları bu durumu bir “halk hareketi” ya
da “sosyal hareket” olarak adlandırırken, kimileri bu
eylemleri en başından beri “devrim” olarak
nitelendirmeyi tercih etmektedir. Ancak bölgede
yaşanan bu olayları sosyolojik açıdan devrimden çok
“halk hareketi” olarak nitelendirmekte fayda vardır.
Çünkü bir sosyal hareketin devrim olarak nitelendirilebilmesi
için belirli bir ideolojisinin ve liderinin olması gerekmektedir.
Ayrıca mevcut kurulu düzene ve otoritenin yerine maddi ve
manevi açıdan yeni değerleri olan bir düzen getirme hedefini
taşıması gerekmektedir. 1789 Fransa, 1917 Rusya, 1911–
1949 Çin ve 1979’ta İran’da yaşanan süreçler üzerinde varılan
konsensüsün aksine, Ortadoğu’da yaşananların devrimsel
niteliğinin tartışmalı bir konu olarak kalması olasıdır.
Buna karşılık Halk ayaklanmaları ise daha çok bölgesel
ölçekte başlayan ve sonrasında geniş yankıları olabilen
toplumsal eylemlerdir.
Bu hareketler isyan ve direnç hareketleri olarak da
nitelendirilmektedir.
Bu nedenle Tunus’ta başlayan ve Mısır’a sıçrayan ve bugün
neredeyse tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devam eden
olaylar, halkın politika yapım süreçlerine geniş çaplı katılımı,
demokrasi arayışı ve rejimin baskılarına son verme çabasının
sonucu olarak halk hareketleri şeklinde kendini göstermiştir.
Halk hareketinin oluşmasına zemin hazırlayan süreçleri ise
ülkede kaynaklara erişimin eşitsiz dağılımı, yoğun işsizlik,
yüksek eğitimli kesimlerin haklarını arama konusunda
gösterdikleri direnç olarak sıralamak mümkündür.
Talep edilen şey, sistemi tıkayan
yolların açılması ve rejimlerinin çağa
uymasıdır.
Bu hareketlerin hemen hepsinin temel
amacı önemli oranda birey olma talebidir.
Uluslararası tahakküm olarak hegemonya
Uluslararası İlişkiler, dünya siyaseti ve Uluslararası Siyasal
Ekonomi ’nin realist geleneğinde hegemonya, etkin tahakküm ya
da “hegemonizm” tarafından desteklenen egemenlik olarak
anlaşılır. Bu yaklaşımda hegemonya kavramı belirli bir coğrafi
alanda veya bir faaliyet alanında bir devletin diğerleri üzerinde
kurduğu hakimiyeti belirtmek için kullanılır. “Bu hâkimiyet
ekonomik ve/veya askeri kaynaklar ile sağlanmaktadır, kültürel
boyut veya bağımlı aktörlerin rızası dikkate alınmaz.
Güçlü aktör kendi isteklerinin yerine getirilmesi için güç
kullanımı ile veya tehdit göstererek diğer devletleri
zorlayabilir. “Hegemonya kavramı, burada, özellikle
askeri olmak üzere dünya gücünün sahip olduğu ve
dünyanın geri kalan kısmına bir dizi kuralı ve
düzenlemeyi dayatmasını ve böylece uluslararası
sistemde istikrar yaratmasını sağlayan materyal güçlerle
tanımlanan bir “tahakküm” ilişkisi anlamına gelmekte;
hegemonun düşüşü ise sistemin istikrarsızlığının ön
koşulu olarak ifade edilmektedir.
Realist yaklaşımın uluslararası hegemonyaya bakışı,
maddi kaynaklar temellidir ve bu yaklaşımca
uluslararası sistemin istikrarı için hegemon bir devletin
varlığının gerekli olduğu ileri sürülür. “Tahakküm”
kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılan realist
hegemonya kavramı, tahakküm altındaki ülkelerin
dünya üzerindeki egemenliğini sağlamlaştıran
hegemona verdikleri “rızanın” oluşturulmasını ve
imalini dikkate almaz.
DEVLET HEGEMONYASI OLARAK HEGEMONYA
DÜNYA SİSTEMLERİ (WORLD SYSTEMS PERSPECTİVE) VE
ULUSLARARASI İLİŞKİLER LİTERATÜRÜNÜN GENİŞ KISMINDA
ORTAYA ÇIKAN GEVŞEK ANLAMDA HEGEMONYA, ÇEKİRDEĞİN
İÇİNDEKİ BİR HAKİM ULUS DEVLETİN DÜNYA KAPİTALİST
SİSTEMİNİN GÜVENLİK VE İSTİKRARINI SAĞLAMASI YA DA
DEVLETLER ARASI SİSTEMİN İŞLEMESİNE İZİN VEREN KURAL
VE UYGULAMALARI DAYATMASINA DAYANIR. BU YAKLAŞIMA
GÖRE, KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİ 16. YÜZYILDA
KURULMUŞTUR. AVRUPA’DA BAŞLAMIŞ VE DÜNYANIN DİĞER
BÖLGELERİNE YAYILMIŞTIR.
Kapitalist dünya ekonomisi çekirdek, çevre ve yarı çevre
alanların hiyerarşisi üzerine kurulmuştur. “Çekirdek alanlar
karmaşık tarım ve seri üretim yapan endüstriler gibi gelişmiş
ve kompleks ekonomik aktiviteleri barındırır.
Bu aktiviteler burjuva tarafından kontrol edilir. Çevresel alanlar
hiyerarşinin en alt basamağında yer alır. Bu alanlar şeker,
tahta gibi yarı mamul malları üretir. Zorla çalıştırılan iş gücü
vardır. Çok az endüstriyel aktivitede bulunurlar. Yarı çevre
alanları ekonomik olarak karışıktır ve üst ile alt düzeyler
arasında yer alan orta düzeyde ülkelerdir.
Kapitalist dünya ekonomisinde eşitsiz alışveriş vardır.
Ekonomik kazançlar çevreden çekirdek alanlara transfer
edilir. Bu transfer aynı zamanda çekirdek alanda güçlü ve
çevrede ise zayıf devletlerin oluşmasına yol açar. Güçlü
devletler zayıf devletleri eşitsiz alışverişe zorlayabilir.
Bundan dolayı, yalnızca işverenlerin işçilerden kazançlar
elde etmesine değil, çekirdekte yer alan devletlerin
kazançlar elde etmesine de yol açar. Bu eşitsiz değişim
nedeniyle bu sistemde gerginlikler oluşur.
Fakat ikisinin arasında yer alan yarı çevre bu gerginliklerini
azaltır ve çekirdek ülkelerin doğrudan bütünleşmiş bir karşı
koyma ile karşılaşmasına engel olur.
Hegemonik İstikrar Kuramının Temel Varsayımları
Hegemonik İstikrar Kuramı (Hegemonic Stability Theory)
uluslararası sistemin ve dünya ekonomisinin, tek bir
devletin hegemonyası altında iktisadi istikrara kavuşacağı
düşüncesi üzerine geliştirilmiş; realist, liberal ve tarihsel
yapısalcı perspektifleri kullanan teorik bir çerçevedir.
Realist Uluslararası Ekonomi Politik yaklaşım içinde
sayılan bu kuram, uluslararası sistemin sürdürülebilmesi
için kural koyan ve bu kuralların işlemesini sağlayan bir
hegemonun varlığına ihtiyaç olduğunu ileri sürmektedir.
Dünya ekonomisinde bir düzenden bahsedebilmek için hegemon gücün
sistemi düzenlemesi ve yönlendirmesi gerekmektedir. Kurama göre,
malların, hizmetlerin ve sermayenin dolaşımının serbest olduğu açık
bir uluslararası ekonomi, tek bir başat güç ya da hegemonik gücün
sistemi istikrara kavuşturduğu ve güçlü bir rejim oluşturduğu durumda
işleyebilmektedir. Bir başka deyişle, dünya sistemine dahil olan ve
sistemin önde gelen ülkeleri arasında gerçekleşecek koordinasyon,
hegemonik bir devlet olma özelliği taşıyan tek bir ülkenin önderliğinde
kendini göstermeli ve işlemelidir. Bu duruma yönelik karşı duruşlar söz
konusu olursa da, hegemon devletin, zorla da olsa, bu karşı duruşu
tersine çevirecek güç ve yeteneği olmalıdır.
ORTADOĞU VE KUZEY AFRİKA’DA YAŞANAN HALK HAREKETİNE
GİDEN SÜREÇ VE HEGEMON GÜÇ’ÜN POLİTİKALARI
2000’li Yıllarda ABD’nin Hegemonya Hedefleri Soğuk Savaştan
sonra uluslararası sistemi etkileyen “Küreselleşme”, “Yeni
Dünya Düzeni” ve “Büyük Orta Doğu Projesi” gibi birçok
kavram ortaya atılmıştır. Günümüzde “ABD'nin hegemon güç
görünümü, enerji bölgeleri (petrol ve doğal gaz) üzerindeki
egemenliği nedeniyledir. ABD'nin küresel askeri ve politik
hegemonyasının 21. yüzyılda da sürmesi, küresel kapitalist
sistemin ABD tarafından yönetilmesi, ancak petrol ve doğal gaz
bölgelerinde ABD egemenliğinin sürmesi ile mümkündür.
Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika bölgelerinde petrol
yataklarının kimin kontrolünde olacağı ve bunların güvenli olarak
Batı pazarlarına taşınması ABD ile diğer güç merkezleri arasındaki
sürtüşmenin ana konusunu oluşturmaktadır.” ABD’nin bu
bölgelere dışarıdan bir güç olarak gelmesi ve burada kendisine bir
meşruluk sağlamasının belli bir strateji çevresinde gerçekleştiğini
ve politikalarını bu doğrultuda şekillendirdiğini söylemek
mümkündür. Hegemon gücünün farkında olan ABD’nin yeni
yüzyılda nasıl bir dünya düzeni hedeflediği, Aralık 1999’da
yayımlanan “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” olarak
adlandırılan belgede açıklanmıştır.
Bu stratejide, milli çıkarlarının ve değerlerinin geliştirilebileceği
hedeflere seçici şekilde ilgilenme yolunu benimsemiştir. Bu
noktada, ABD çıkarlarının yoğunlaştığı ve ilgilendiği bölgeler;
Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasından sonra güç boşluğu
oluşan Orta ve Güneydoğu Avrupa, Orta Asya ve Orta Doğu’dur.
Söz konusu belgede yer alan genişleme stratejisi bu bölgelerde
oluşan güç boşluklarını doldurmak ve bu bölgelerde Serbest
piyasa ekonomisini uygulayan demokratik toplumların
geliştirilmesine yönelik üç temel hedefinin olduğunu söylemek
mümkündür.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın ABD Hegemonik
Politikalarındaki Yeri
Hegemon güç olan ABD’nin Kuzey Afrika ve Ortadoğu ile ilgili
politikalarının genel olarak Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey
Afrika Girişimi kapsamında şekillendiği üzerinde genel bir
görüş vardır. 1990′lı yıllarda öncelikli konulardan biri olarak
gündeme getirilmiş olan bu proje ile ABD’nin batıda Fas,
Moritanya, doğuda Orta Asya ve Moğolistan, kuzeyde
Kafkasya ve Türkiye, güneyde Arap Dünyası'ndan Somali'ye
kadar uzanan bir coğrafyada yer alan 23 ülkeye yönelik birçok
unsuru içermektedir.
Bu proje söz konusu bölgelerde siyasi, hukuki,
bilgi/eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarını
içeren kapsamlı bir “islam coğrafyası” dönüşüm
stratejisi olarak görülmekte ve bu alanlarda uzun
vadeli bir değişimi hedeflemektedir.
ABD dış işleriyle yakın ilişkide olan bu kuruluşlardan
RAND Corporation’da 1993’te Genişletilmiş Ortadoğu
diye bir bölüm oluşturuldu. Bu coğrafyanın tanımını
yaparken, Afganistan’dan başladılar, Hazar’ın doğusu,
Kafkasya, geleneksel Orta Doğu coğrafyası, Kuzey
Afrika’yı da içine alan bir hat çizdiler.
Bu coğrafya enerji kaynaklarının da yoğun olarak yer aldığı
çoğunlukla İslam coğrafyası olarak görülüyordu. Batı’nın Arap
ülkelerine demokrasi, pazar reformları ve insan haklan
doğrultusunda çaba göstermek için destek vermesi
öngörülüyordu.
Prof. G. John lkenberry demokrasinin neden ihraç edilmesi
gerektiğini tartışırken bu yöntemle Amerika’nın değerlerini
yaymakla kalmadığım, çıkarlarını da koruduğunu belirtirken,
bunun Amerika’nın gizli stratejisi olduğunu ifade ediyordu.
Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi aslında Kuzey Afrika’yı da
içermekteydi.
Burada büyük oranda İslam coğrafyası da diyebileceğimiz
Büyük Ortadoğu coğrafyası, yeni sistemde hegemonyayı
sürdürmek için gerekli olan malı kaynağın sağlanması
açısından en uygun ürün olan ve bu nedenle günümüzde
hegemonya için yadsınamaz hayati bir rol oynayan enerji
kaynaklarını ve özellikle de petrolü barındırması
nedeniyle öne çıkmıştı.
Bu geniş coğrafya, dünya enerji kaynaklarının çok büyük
bir bölümüne sahiptir. Bu anılan geniş bölgede farklı
uluslar, kültürler, diller ve dinler yaşamaktadır.
Bu alanlarda ABD hegemonyasında bir “düzen ve
istikrarı” kurmak ve egemen kılmanın, bir bakıma
dünya egemenliğini büyük bir dayanağa ve güvenceye
kavuşturmak anlamına geleceği kabul edilmektedir.
Başta petrol olmak üzere doğalgaz, su gibi temel
maddelerin denetim altına alınması, nakil yollarının
denetlenmesi demek, aynı zamanda, olası rakip devlet
veya devlet gruplarının önünün kesilmesi anlamına
geleceğini söylemek mümkündür
Bu nedenle ABD ekonomik gücünün temel kaynağı olan enerji
ihtiyacının karşılandığı bölgede güvenlik ve istikrarı bu bölgelerde
sağlamaya mecbur olduğunun farkındadır.
Çünkü bu bölgelerde bundan sonra yaşanacak her türlü etnik,
dinsel, askeri ya da ekonomik çatışmalar zaten 2008’den sonra
iyice kırılgan hale gelen küresel kapitalist sisteme ve dolayısıyla
bu sistemin koruyucusu ve yöneticisi olan ABD’ye büyük hasarlar
verebilecektir.
ABD'nin büyük stratejisi, “egemen güç üstünlüğünü” esas alır.
Egemenlik, bir devletin askeri gücüyle kalanlara hakim olduğu
uluslararası politika şartlarıdır.
Amerikan egemenliği, diplomatik – ekonomik – askeri çıkarlarını
geliştirme, uluslararası ortamı şekillendirme ve düşünceleri yayma
yeteneği kazandırır.
Tarihte de olduğu gibi, petrol endüstrileşmiş demokrasilerin
ekonomilerinin ve askeri sistemlerinin en kritik unsurudur.
Ortadoğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve
ihracatçısıdır. Bölgenin sahip olduğu mevcut potansiyel şu şekildedir.
Dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin ise % 34'ü de
Ortadoğu'dadır. Ortadoğu dünya petrol rezervlerinin %65,4 üne
sahiptir. Bu rezerv 1.047 milyar varildir.
Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de eklenince toplam, rezerv
dünya rezervlerinin % 69,6 sına ulaşmaktadır.
2002 Yılında Ortadoğu küresel petrol ihtiyacının %41,4 ünü
karşılamıştır.
Geleceğin küresel petrol
ihtiyacını karşılayabilecek ve bu maksatla üretimi artırabilecek bölge
Ortadoğu'dur.
Dünya Petrol tüketimi 2003’te günde 66 milyon varilken, 2020’de 119
milyon varil olacaktır. Ortadoğu petrolünün kalitesi bir hayli yüksek ve
maliyeti de ucuzdur.
Kuzey Amerika'nın 2025’e dek Ortadoğu'dan alacağı petrol % 85
artacak, bunun büyük bir kısmı ABD’de tüketilecektir.
2025'’e kadar Avrupa'nın Ortadoğu'dan petrol alımı % 57, Japonya'nın
%50, Pasifik'teki gelişmekte olan ülkelerin % 100 ve Çin'in ise % 500
artacaktır
ABD, Ortadoğu'da, bölgesel değişiklik için güç kullanarak rejimleri
değiştirmelidir. ABD, rakip güçler ortaya çıkmadan hedeflerini ve
nüfuzunu geliştirmelidir.
ABD gücü, liberal düşünceyi, Amerikan politik ve ekonomik sistemini
yaymalıdır.
Amerikan gücünü kullanmanın esası, çıkarları korumak, üstünlüğü
sürdürmek ve Amerikan prensiplerini yaymaktır.
Bu açıdan Büyük Ortadoğu projesinin bir “kaynakların kontrolü” projesi
olduğu söylenebilir.
Söz konusu kaynaklar ise enerji, su ve insan kaynaklarıdır. Bölge insanının
inancı ve milliyetçilik duyguları, Amerikan yönetimi tarafından, diğer
kaynakların kontrol edilebilmesi ve hegemonyanın sürdürülmesi için bir
gerekçe olarak kullanılacaktır.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın Dönüşüm Öncesi Sosyo-Ekonomik Yapısı
Washington, Büyük Ortadoğu Projesi’ni hazırlarken, bir grup Arap
entelektüelin 2002 ve
2003’te Birleşmiş Milletler için hazırladığı Arap İnsani Kalkınma
Raporu’ndaki verilerden önemli ölçüde yararlanmıştır. Dönüşüm için
üzerinde durulması gereken ve strateji üretmeye olanak sağlayabilecek
bazı maddeler aşağıda verilmiştir
.
Arap Birliği üyesi 22 ülkenin toplam gayri safi milli hâsılası
İspanya’nın kinden azdır.
Arapların %40’ı (65 milyon kişi) okuma yazma bilmemekte,
kadınlar bu sayının üçte ikisini oluşturmaktadır.
2020’de ise 100 milyon genç iş hayatına girecektir.
Bunun için her yıl en az 6 milyon yeni istihdam yaratılması
gerekmektedir.
Bölgedeki işsizlik oranı aynı hızla devam ederse 2015’da 35
milyon işsiz olacaktır.
Tunus’ta başlayan ve Mısır’da devam eden olaylar,
halkın politika yapım süreçlerine geniş çaplı katılımı,
demokrasi arayışı ve rejimin baskılarına son verme
çabasının sonucu olarak halk hareketleri şeklinde
kendini göstermiştir.
Halk hareketinin oluşmasına zemin hazırlayan süreçleri
ise ülkede kaynaklara erişimin eşitsiz dağılımı, yoğun
işsizlik, yüksek eğitimli kesimlerin haklarını arama
konusunda gösterdikleri direnç olarak sıralamak
mümkündür.
Söz konusu halk hareketlerinin başlangıcında ve devam eden
süreçlerde mevcut otoriter rejimlerin iç dinamikleri kadar dış
güçlerin ve özellikle hegemon güç olarak kabul edilen ABD’nin
izlediği politikalarında sürecin şekillenmesinde büyük etkisi
olmuştur. 2. Dünya Savaşından sonraki benzer halk
hareketlerinde olduğu gibi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da
yaşanan bu son halk hareketlerinin arka planında yine
hegemon güç olan ABD’nin etkisi büyüktür.
Bu nedenle bu bölgede alt yapısı on yıllarca önce
hazırlanmış bir politikanın uygulanmasından söz etmek
mümkündür. Günümüzdeki ABD hegemonyasını
tanımlamak için gerekli 3 anahtar faktör vardır; birincisi
Soğuk Savaşın bitişi ikincisi ABD’nin ekonomik
pozisyonundaki ciddi değişim ve üçüncüsü de 11 Eylül
saldırıları ve beraberinde Amerikan dış politikasının
yeniden askerileşmesidir.
ASLINA BAKILIRSA SOVYETLERİN 1989’DA ÇÖKÜŞÜNE
KADAR AMERİKAN POLİTİKASI BİR RAKİP
TARAFINDAN SINIRLANDIRILABİLİYORDU.
ALTERNATİF BİR GÜÇ MERKEZİNİN VARLIĞI DİĞER
DEVLETLERİN İKİ GÜÇ ODAĞI ARASINDA GİDİP
GELMELERİ İHTİMALİ ANLAMINA GELİYORDU. ANCAK
SOĞUK SAVAŞIN SONA ERMESİYLE ULUSLARARASI
SİSTEMDE DEVLETLER AÇISINDAN BU İHTİMALİN
ORTADAN KALKTIĞINI SÖYLEMEMİZ MÜMKÜNDÜR.
Amerikan hegemonyasının ideolojik bileşimi sadece Amerikan
kültür ve değerlerinin yaygın etkisinden kaynaklanan “yumuşak
güç” tarafından güçlendirilmemiştir; bu durumda piyasa
kapitalizminin güvenilir bir alternatifinin olmamasının da etkisi
çok büyüktür. Kapitalizmin hala önemli ve devamlı
çeşitliliklerinin olduğu bir gerçektir fakat kapitalist sistemin
genel baskınlığı ve piyasa prensiplerinin yaygın etkisi bazı radikal
gözlemcilerin ABD’nin emperyal hegemonyasının eşi görülmemiş
bir yaygınlığın zirvesinde olduğu görüşünü ileri sürmelerine
hatta küresel imparatorluk haline geldiğini söylemelerine neden
olmuştur.
Bu noktada hareketleri başlatan nedenin yanında bu
ayaklanmaların neye ve kime yöneldiği de analiz için
önemli ipuçları sunacaktır. Tunus ve Kahire’deki
eylemler, sahipsiz olarak nitelendirilse de eylemlerin
sosyolojik tahlili farklı bir noktaya işaret etmektedir.
Halkı ayaklanmanın sınırına getiren temel neden
ekonomik olsa da eylemin yöneldiği kesim ekonomik
kaynakları elinde tutan Arap dünyasının otoriter
rejimleridir.
Son olarak ABD’nin, Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın
küreselleştirilmesinde aktif bir rol olmaya devam ettiğini
söyleyebiliriz. Çünkü bu süreç başarılı olmadan kapitalist
sistemin yeni tarihsel evresi ne kendini güvende
hissedecektir ne de dünya hegemonyasını güvenceye
alacaktır. Bugünkü tarihsel süreçte küresel sermaye,
işgalle başaramadığını halkların ayaklanmasını kendi
lehine çevirerek yapmaya çalışıyor.
Bunun nispeten başarılı olma olasılığı söz
konusudur. Bu noktada ABD’nin istediği
dönüşümün şu aşamada tüm Arap rejimlerini
Batıcı, seküler ve belli oranda Demokrat yapmak
olduğunu söyleyebiliriz.