DİYALEKTİK 1 -2

DİYALEKTİK 1 -2
isimli bu dokümana git

DİYALEKTİK 1 -2

Karl Marx ve Friedrich Engels, kuramsal
nitelikte felsefi ve toplumbilimsel çalışmalarında,
diyalektik düşüncenin sadece bir uslamlama
süreci olmanın ötesinde, olgusal gerçekliğe
karşılık geldiği ve tüm olgusal gerçekliğin
temelinde diyalektik yasalara uygun işleyen bir
sürecin bulunduğu görüşünü savunarak,
diyalektik ve tarihsel maddeciliğin temellerini
oluşturmuşlardır.

Antik Yunan’dan beri süregelen ve Hegel
felsefesinde belirli bir dizge biçimine ulaşan
diyalektik düşünceyi, maddeci bir yaklaşımla
yeniden ele alıp yorumlayarak bir bilimsel
yöntem olarak kullanan Marx ve Engels,
diyalektik düşünme biçimi ve aynı zamanda
diyalektik bir yöntemle olgusal ve toplumsal
gerçekliği çözümlemeye çalışmışlardır.

Marx ve Engels, diyalektik ve tarihsel maddecilik
aracılığıyla geleneksel felsefeye, özellikle düzeneksel
metafizik ve idealist felsefelere karşı köktenci bir karşı
çıkış oluşturmuşlardır. Hem Marx hem de Engels,
diyalektik düşünceyi kendi maddeci felsefelerinin
temeline yerleştirirlerken, sadece toplum ve tarihi
düşüncede doğru bir biçimde kavrayıp yorumlamakla
yetinmemiş, diyalektik düşünceye toplumsal eylemle
bütünleşen eleştirel ve devrimci bir nitelik
kazandırmışlardır.

Hegel felsefesinde bilinçli bir biçimde geliştirilip
dizgeselleştirilmiş, belli bir ölçüde çağdaş bir
niteliğe kavuşmuş olan diyalektik düşünceyi, idealist
içerik ve mistik kabuğundan sıyırıp soyutlayan Marx,
böylece Hegel diyalektiğinin gerçeklik ya da
olgusallığı olduğu biçimiyle olumlayan tutucu
özelliğinin tam tersine, bu diyalektiğin, özünde
gerçekliğin doğru ve kuramsal kavranışına dayanan
kılgısal ve devrimci yanı açığa çıkarmıştır

Öncelikle kendisi olmak üzere, Engels ile
birlikte Marx, tüm dünya tarihini ve
toplumların karşılıklı diyalektik ilişkiler içinde
gelişimini, bir bütünlük içinde ekonomik ve
siyasal oluşum ve çözülme süreçleriyle birlikte
inceleyip, diyalektik bir yöntemle kavramaya
çalışarak, diyalektik maddeciliğin yanı sıra
tarihsel maddeciliğin bir bilim olarak bilimsel
çerçevesini oluşturmuştur.

Marx, Hegel’ in saltık idealist felsefesinin tersine, belli
ölçüde Hegel’ den üstlendiği dizgeselleşmiş
diyalektiği, maddeci bir yaklaşımla bilimsel bir yöntem
olarak kavramsallaştırarak yalnızca basit bir
biçimde tarihe uygulamakla kalmamıştır. O, aynı
zamanda maddesel dünyada olduğu gibi, tarihin
gelişim sürecinin içeriğinde de diyalektik yasaları
bulgulayarak, Marksist felsefenin dizgesel nitelikte,
tarihsel ve toplumsal genellemelerinin özünü
oluşturan, tarihsel maddecilik olarak nitelendirilen
özgün bilimsel bir kuram ortaya koymuştur.

Diyalektik bu yünüyle, geleneksel felsefeden farklı bir
yaklaşımla, diyalektik maddecilik olarak, bir bilimsel dünya
görüşü (felsefe) olmakla birlikte, aynı zamanda tarihsel bir
süreç içinde toplumu ya da toplumsal oluşum ve dönüşümü
kendi zorunlu yasalarıyla birlikte kavramanın ve dolayısıyla
aynı zamanda onu dönüştürmenin bir aracı olan eleştirel bir
yöntemdir. Marksist felsefe tüm gerçekliği eleştirel bir
tutumla kavrayan bir felsefe olduğu kadar, var olan tüm
tarihsel ve toplumsal gerçekliği dönüştürmeye olanak
sağlayan bir yöntem ve eylem felsefesidir.

Böylece Marx’ın felsefesinde belli bir ölçüde tarihsel
maddecilik, diyalektiğin belirli bir zorunluluk taşıyan
gelişim yasalarının tarihe uygulanmasından, daha
doğrusu aynı zamanda tarihsel sürecin içeriğinden
çıkarsamak yoluyla kavramlaştırmasından başka bir
şey değildir. Marksist felsefede kuram ya da
kuramsal genellemeler ve benzer biçimde yöntemin
kendisi, olgusal olan gerçekliğe dayanmakta, bir
başka deyişle olgusal gerçeklikten yola çıkılarak
oluşturulup kavranmaktadır.

Diyalektik, geleneksel felsefede olduğu gibi, sadece
düşüncenin gelişim sürecine karşılık değil, aynı
zamanda olgusal gerçekliğin oluşum ve gelişim
sürecini oluşturan maddesel gerçekliğin içeriğine de
denk düşmektedir. Marksizm'in dünya görüşünü
oluşturan diyalektik maddecilik, böylece kuramsal
bir düşünce ya da felsefe olmanın yanı sıra,
içeriğinde bir bilimsel düşünme ya da yöntem olmak
gibi bir özelliği barındırmaktadır.

Burada söz konusu olan bilimsel düşünme, doğa
bilimlerinin olguları birbirinden soyutlayan ve
sınırlayan yönteminden farklı, olguları sadece
belirli bir zaman kesitinde duyulara verili
olması açısından değerlendirmekle yetinmeyip,
süreç ve bir bütünlük içinde kavrayamaya
olanak sağlayan bir diyalektik yönteme
dayanmaktadır.

Bilimsel bir iddia taşımanın yanı sıra, bu yönüyle Marksizm'i,
tüm olgusal dünyayı bütünsel bir dizge olarak kuşatan,
dolayısıyla aynı zamanda bilimsel yaklaşımla birlikte, felsefi
bir düşünceye de yakın, herhangi belirli bir bilimin bilimsel
deneyim alanıyla sınırlı kalmayan, sıradan bilimsel
düşünceden çok geniş kapsamlı bir bilimsel kuram olarak
değerlendirmek gerekmektedir.
Marksist anlamda “bilimsellik” kavramını ya da savını,
kısaca vurgulamak gerekirse, alışılagelmiş doğa bilimlerinden
hem anlam hem de kullanılan yöntem bakımından farklı
düşünmek gerekmektedir.

Ancak Hegel felsefesinde görebileceğimiz kapsamlı
dizgesel düşünme, Marksist felsefede maddesel
ve olgusal içeriğiyle Hegel’ in saltık idealist
felsefesinden farklı bir içerik taşır.
Ayrıca Hegel’ den farklı olmakla birlikte, Hegel
felsefesinde de görülebilir olan olgusallık savının yanı
sıra, önemli farklılığına rağmen, salt dizgeselliğinden
dolayı da Marksist felsefe Hegel felsefesine benzer ya
da ona koşut bir bilimsellik savı oluşturmaktadır.

Hegel kendi felsefesini bir bilim olarak
nitelendirirken, kendi felsefesinin, Markizimde olduğu
gibi diyalektik olmaktan çok var olan gerçekliği bilince
göründüğü biçimiyle her nasılsa dile getirmekten
başka bir şey olmayan görüngübilimsel bir yöntemi
izlediğinden dolayı bu ismi hak ettiğini düşünmektedir.
Ve dolayıyla Hegel, kullandığı bu betimleyici yöntemin
sonucunda, olguların zaman içinde bütünsel bir
anlatımından ya da betimlemesinden oluşan bir bilim
dizgesi oluşturduğunu ortaya koymaktadır.

Var olanın ya da bilince beliren olgusallığın olduğu
gibi dile getirilmesi, Hegel açısından, bir
anlamda bilimin kendisinden başka bir şey değildir.
Bu nedenle Hegel felsefesinde, dizge olgusal
gerçekliği olduğu gibi betimleyerek ona karşılık
geldiği, filozofun kendi öznel düşüncesi olmak
yerine, Hegel’ in dizgesi gerçekliğin tam bir
izdüşümü hatta kendisi olduğu için, bilimsellik
niteliğini tümüyle kendisinde barındırmaktadır.

Bu nedenle, Hegel’ in kendisinin de bilim olarak
adlandırdığı gibi, bu Hegelci dizge, haklı olarak ve
ister istemez bir bilim olarak adlandırılmayı hak
etmektedir.
Bilim kavramının nasıl tanımlandığı açısından
Marksizm ile Hegel felsefesi arasında benzerlik ve
farklılıkların karşılaştırılması, burada kısaca
vurgulanan benzerliğin yanı sıra ayrıntılı bir
incelemeyi gerektirmektedir.

Kısaca vurgulamak gerekirse, Hegel felsefesinden
farklı olarak, diyalektik ve tarihsel maddecilik,
geleneksel felsefenin ve felsefi idealizmin sonunu
ilan eden, dolayısıyla felsefi düşünceyi aşan, var
olan olgusallığın diyalektiğin yasalarından yola
çıkarak, geleceğe ilişkin göreli bir kesinlik
taşımakla birlikte, çıkarsama ve öndeyi yapma
olanağı sağlayan, böylece doğa bilimi örneğine
daha yakın düşen bir kuramdır.

Marksist felsefe ya da bir başka deyişle diyalektik ya da
tarihsel maddecilik, öncelikle içinde bulunduğumuz olgular
dünyasının bütünlüklü bir kavrayışına olanak sağlayan
bilimsel bir felsefedir.
Bu nedenle, diyalektik ve tarihsel maddecilik arasında yapılan
ayrım göreli bir ayrımdır.
Diyalektik maddecilik, idealist düşüncelere karşı çıkmanın,
olgusal gerçekliği kuramsal bir yolla kavramanın olanaklarını
oluşturmakta, bu olgusal yaklaşım aynı zamanda tarihsel
maddecilik aracılığıyla tarihin de aynı diyalektik yöntemle ele
alınmasına olanak sağlamaktadır.

Marksist kuram, maddeci bir diyalektik anlayışla, olgusal
süreçlerle toplumsal süreçleri birbirinden ayırmadan bir
bütün olarak kavramayı amaçlar.
Marksist felsefe geleneği içinde Marx ve Engels’in
çalışmalarıyla ortaya çıkan ayrıma bağlı kalınacak
olunursa, diyalektik maddecilik, Marksist felsefenin
kuramsal çerçevesini ve temellerini oluştururken, bunun
yanı sıra tarihsel maddecilik, zaman içinde bireylerin
kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için doğa ve
birbirleriyle gerçekleştirmek zorunda oldukları zorunlu
toplumsal ilişkilerin bütününü ele alır.

Dolayısıyla, tarihsel maddecilik, Marksist kuramın
toplum bilimsel yanına vurguda bulunur.
Bir başka deyişle, tarihsel maddecilik, diyalektik
yöntem aracılığıyla ekonomik üretim ilişkileri
içinde toplumun ve tarihin politik yapısının
bütünlüklü bir kavranışına karşılık gelir.
“Tarihsel materyalizm öncelikle insanın sosyal
doğası ile birlikte düşünülmüş, diyalektik
materyalizm doğanın metafiziği üzerine
yoğunlaşmıştır”

Diyalektik maddecilik, bu ayrıma göre, daha çok Engels’in
ele almış olduğu doğa felsefesi ve bilgi kuramsal ve
varlıkbilimsel nitelikteki felsefi sorunları ve bu alandaki
diyalektik süreci dile getirmektedir.
Diyalektik maddeciliğin tüm bu felsefi sorunları, diyalektik
bir yöntem ya da bakış açısıyla ele almaya olanak
sağlamasına karşın, tarihsel maddecilik daha çok, bireylerin
maddesel yaşamlarını sürdürmeye yönelik tüm eylemlerini
belirleyen toplum ve tarih biliminin alanına ilişkin
sorunlara odaklanır.

Böylece Engels, öncelikle Marksist düşüncenin
özgün yanını ortaya koymak için, kuramsal ve
felsefi sorunlara diyalektik maddecilik aracılığıyla
tutarlı yanıtlar oluşturmaya çalışırken,
Marx toplumu hem bütünlüğü hem de tarihsel
süreç içinde diyalektik yöntemle ele almaya, onun
kuruluş işleyiş ve değişim yasalarını olanaklı
olduğunca olgulara dayalı bilimsel bir yaklaşımla
kavramaya çalışmıştır.

Marx, birbirini tamamlayan kapsamlı ve
uzun soluklu çalışmalarında, hem
diyalektik düşünme hem de aynı
zamanda diyalektik yöntem aracılığıyla
tarihin diyalektik olduğu kadar bilimsel
bir kavrayışını tutarlı ya da bütünlüklü
bir düşünceyle ortaya koymak ister.

Bu yaklaşımıyla Marx, tarihsel maddecilik kuramıyla tek
başına somut olgulara dönük bilimsel bir tutum ortaya
koymakla yetinmez. O, aynı zamanda olguların bütününe
ilişkin görünür olanın temelinde yatan olgusal ilişkileri
eleştirel bir bakış açısıyla birbirleriyle ilişkilendirerek
kavramaya çalışır.
Marx, olgusal gerçekliğin dizgesel ve mantıksal uslamlamaya
uygun, felsefe açısından dizgesel ve doğru bir açıklamasını
yapmaya özen gösterirken, bilimsel yaklaşımla eleştirel ve
dizgesel düşünce olarak felsefeyi, kendi dizgesi içinde
birleştirmiş olur.

Toplumsal gerçekliği diyalektik bir yaklaşımla
kavramaya yönelik bir kuram olan tarihsel maddecilik,
bu yönüyle Marksist filozoflar açısından hem bilimsel
hem de felsefi bir içerik taşır.
Marx’ın tarih anlayışının temelini oluşturan tarihsel
maddecilik kuramı, diyalektik gelişim sürecine
uygun bir biçimde işleyen, toplumun ve aynı zamandan
belirli bir toplumda var olan egemenlik ilişkilerinin
ortaya çıkışının kavranmasına dayanmaktadır.

Toplumların varlığı ve egemenlik ilişkilerinin
kaynağında, tarihsel maddecilik açısından, insan
varlığının ve onun maddesel yaşamının doğrudan
üretimi yer almaktadır.
Dolayısıyla, Marx’a göre, her tarihsel dönemde, farklı
biçimler altında, insanların doğayla ve kendi aralarında
kurmuş oldukları toplumsal ilişkileri belirleyen ve
maddesel yaşamın sürekli yeniden üretimine olanak
sağlayan üretim ilişkileri ve üretici güçlerin durumu
toplumun yapısını belirlemektedir.

Belirli bir tarihsel dönem içindeki toplumun elinde
bulundurduğu üretim gücü ve buna bağlı üretim ilişkilerinin
birbirlerini tamamlayan ya da karşıtlık içinde var olan
diyalektik yapısı, Marx’ın bir yandan toplumu hem belli
bir zaman kesiti içinde ele almasına, diğer taraftan hem de
tarihsel gelişim süreci içerisinde kavramasına olanak
sağlamaktadır.
Burada söz konusu olan tarih, insanın hem doğa ile hem de
diğer insanlarla ilişkilerini belirleyen, toplumun üretim güçleri
ve üretim ilişkilerinin yapısına dayanan bir toplumsal tarihtir.

Toplumun nesnel gelişim yasalarını açığa çıkarıp
anlamak ve açıklayabilmek için, diyalektik
gelişimin kavranması ve bir yöntem olarak ekonomik
ilişkiler sürecine ve dolayısıyla tarihe
uygulanması Marx’ın tarihi maddecilik düşüncesini
oluşturmuştur.
Tarih, diyalektik yasalara uygun bir biçimde
işlemektedir. Marx’a göre, tüm olgular dünyası gibi,
tarih de diyalektiğin dışında değildir. O halde, Marx’ın
tarih anlayışı, onun diyalektikten ne anladığına sıkı
sıkıya bağlıdır.

Diyalektik Yöntem; Eski doğu düşüncesinden
başlamak üzere diyalektik düşünce, henüz Platon’da
bir karşılıklı konuşma ve tartışma biçimi olarak
bilginin olduğundan daha üst bir evreye taşınması
yöntemi olmadan önce, öncelikle Herakleitos’ta ve
Elea okulunun bir temsilcisi olan Zenon’da Hegel
felsefesindeki içeriğine yakın düşecek bir biçimde
kullanılmıştır.

Her şeyin bir akış içinde gerçekleştiği bir oluş felsefesi
ortaya koyan Herakleitos, doğada var olan devinimin
ya da oluşun karşıtlar arasında bir çatışma sonucu
gerçekleştiğini öne sürmüştür. Kendi diyalektik
düşüncesini oluştururken Hegel, karşıtların çatışkısı
ve aynı zamanda birliği ya da özdeşliği düşüncesini
Herakleitos felsefesi aracılığıyla benimseyerek,
diyalektiği sadece bir usavurma biçimi olarak görmez.

Hegel aynı zamanda olguların gerçek içeriği olarak ele
aldığı diyalektik düşünceden yola çıkarak, farklı bir
mantık anlayışı ortaya koyar ve bu diyalektik
mantıktan tümüyle gerçekliği içeren bir bilim dizgesi
türetir. En basit ve biline gelen yüzeysel anlatımıyla,
Hegel’e göre, bir olgu ya da düşünce (sav) karşıtını da
birlikte gerektirir, onunla bir arada bulunur. Bir başka
deyişle en soyut biçimde düşünce ya da
varlık, karşıtını kendi içeriğinde zorunlu olarak
barındırır.

Böylece, düşünce kendi içsel yapısında kendine karşıt bir
düşünce (karşı sav) olarak karşıtını doğurur. Ve karşıtıyla
etkileşimi ve mücadelesi sonucunda düşünce, daha bir üst
aşamaya gelişerek ya da geçerek, bu üst aşamada, düşünce ve
karşı düşünceyi de içinde barındıran bir birlik (bireşim)
oluşturur. Bu birlik ya da bireşim de salt kendi başına yeni
oluşmuş bir düşüncedir. Düşüncenin ya da varlığın devinimi
ve gelişimi açısından, bu yeni oluşmuş düşünce, kendi içinde
tamamlanmış olmakla birlikte, yeni bir başlangıç olan yeni bir
düşünce ya da savdır.

Bu kısa şematik anlatıma göre, Hegel’ de diyalektik,
kendini Tin olarak ortaya koyan, kavrama dayalı olan
nesnel düşüncenin, en genel anlamıyla saltık ideanın ya
da aklın gelişmesidir.
Fakat burada düşüncenin diyalektik olarak gelişimi
demek, aynı zamanda Hegel’ in özne ile nesneyi
özdeşleştiren saltık özdeşlik ve idealizm düşüncesinden
dolayı, diyalektik yasanın sadece düşüncede değil, dış
dünyada da geçerli olduğu ya da olgusal bir içeriğe
sahip olduğu anlamına gelmektedir.

Dış dünya Hegel’ de maddesel değil, Tin’in
kendi dışında varlığı ya da Tin’in kendine
yabancılaşmış bir biçimidir. Hegel’ in akıl ile
olgusal gerçekliği özdeşleştirmiş olması onun
nesnel ve saltık idealizminin özgün yanını
oluşturur. Kısaca Hegel bu düşüncesini,
“Ussal olan edimseldir ve edimsel olan
ussaldır”

Marx’ın felsefesi, Hegel’ den bu noktada ayrılmaktadır.
Marx, Hegel felsefesindeki özne ile nesne arasındaki
özdeşliği yadsıyarak, diyalektiğin maddeci ve bilimsel
bir yorumunu gerçekleştirmeye çalışır.
Marx, Hegel’ in dış dünyayı Tin’in bir yansıması olarak
gören ve özne ile nesneyi bir birbirinden ayırmaksızın
birleştiren saltık idealist özdeşlik anlayışını, Hegel
felsefesinin diyalektik düşünceye aykırı metafizik ve
mistik yanı olarak görmektedir.

Marx bu düşüncesini Kapital ’in Almanca ikinci baskısına
yazdığı Önsöz ’de dile getirir: “Hegel’ de diyalektik baş aşağı
duruyor. Mistik kabuk içerisindeki akla uygun özü bulmak
istiyorsanız, onun yeniden ayakları üzerine
oturtulması gerekir” (1978, s. 28).
Marx, diyalektik maddeci bir anlayışla dış dünyayı bilincin
diyalektik bir yansıması değil, dış dünya ile bilinci diyalektik
bir ilişki içerisinde ele alır ve bilinci dış dünyanın bir
yansıması olarak kavrar. Böylece maddesel gerçeklik bilincin
oluşum ve gelişim sürecinde temele yerleştirilmiş olur.

Diyalektik, Hegel ve Marx’ ta varlığın gelişim sürecini
belirleyen, varlığa dışarıdan etkide bulunan dışsal bir güç
olmaktan çok, varlığın kendi içsel çelişki ve çatışkılardan
kaynaklanan, varlığın değişimine ve belirlenimine etkide
bulanan içkin bir süreçtir. Diyalektik felsefe, ayrıca varlığı bir
bütünlük içinde, farklı olguların etkileşimlerinin birliği olarak
kavramak ister. Marx’a göre, diyalektik öncesi felsefeler, varlığı
bütünlüğü içinde ele alamadıklarından ve aynı zamanda
gerçekliği kendi içkin çelişkileri içinde bir devinim olarak
kavrayamadıklarından, gerçekliği tek bir yönüyle ve sadece
dışsal görünümleriyle ele alırlar.

Dolayısıyla bu felsefeler, soyut özdeşlik mantığıyla
sadece dışsal etkiler aracılığıyla durağan bir zaman
kesiti içinde varlığı açıklamaya çalıştıklarından
metafizik ya da bilimsel olmayan felsefelerdir. Özellikle
Fransız düzenekçi maddeciler, arı maddeci bir düşünce
oluşturmuş olmalarına rağmen, maddeyi sadece dışsal
etkiler ve tek yönlü bir neden sonuç bağıntısı içinde
gerçekleşen bir belirlenimci düşünceyle kavradıkları
için, geleneksel metafizik düşüncenin dışına çıkamamış
sayılmaktadırlar.

Marx açısından, kendinden önceki maddeci felsefe,
tüm maddeci ve devrimci içeriğine karşın, gerçekliğin
doğru bir kavrayışını gerçekleştirebilecek diyalektik
ve bilimsel düşünceden tümüyle yoksundur.
Ayrıca Marx için diyalektik, salt doğanın ve
toplumun zaman içinde evrensel gelişim ve dönüşüm
yasalarının varlıkbilimsel bir öğretisi değil, o aynı
zamanda tüm varlık alanının ve gerçekliğin doğru
araştırılmasına katkıda bulanacak olan bir bilgi
edinme yöntemidir.

Marx, diyalektik varlıkbilimsel ile bilgi kuramsal
diyalektik süreçleri birbirinden ayırt etmeye çalışsa da
her iki süreci de karşılıklı diyalektik bir etkileşim süreci
ile iç içe kavramaya çalışır. Ayrıca, Hegel’ in
özdeşlik felsefesi açısından bir sorun oluşturmayan,
fakat kendi felsefesinde var olan varlık ile bilgi
düzeyi arasındaki ayrım ve uzaklığı Marksist eylem
(praksis) felsefesi aracılığıyla birleştirmeye ve
kapatmaya çalışır.

Bu eylem felsefesi gerçekliğin doğru diyalektik kavranışının
bir sonucu olmakla birlikte, bireylerin istençli eylemleri
aracılığıyla gerçekliği oluşturucu ve dönüştürücü bir güce de
sahiptir. Bilgilenme süreci varlığa dışsal olmanın yanı sıra, ona
koşut olan diyalektik bir bilgilenme sürecini gerektirmektedir.
Diyalektik felsefe, her şeyin birbirine bağlı olduğu sürekli
değişim düşüncesinden hareket eder.
Olgular dünyasında ya da dış dünyada var olan diyalektik
değişim, diyalektiğin Hegel tarafından
dizgesel bir biçimde dile getirilmiş olan temel yasaları
aracılığıyla gerçekleşir.

Burada “karşıtların birliği ve mücadelesi” yasası diyalektik
değişimin içeriğini belirleyen en öncelikli ya da en temel
yasalarından biridir. Diyalektiğin bu yasası, olgusal devinimin
kaynağını ve gelişmenin en belirleyici olan itici gücünü
oluşturur. Bu gücün bir yasa olarak kendisi ya da kuramsal
bilgisi, aynı zamanda değişim olgusunun gerisinde yatan etkiyi,
toplumsal dizgenin bütünlüğü, söz konusu nesnelerin ve
görüngülerin bütünlüklü ve içsel yapısı içinde arama ve
açıklama olanağını bize vermektedir. Dolayısıyla bu yasa aynı
zamanda diyalektik çelişki kavramı üzerinde temellenen bir
yasadır.

Diyalektik çelişki, Marx felsefesinde nesnel bir karakter
taşır. Diyalektik çelişki, gelişmenin hem kaynağını hem
de itici gücünü oluşturur.
Kısaca vurgulanacak olursa, diyalektiğin diğer ikinci
önemli yasası ise varlığın içkin yapısında yer alan
“nicel değişimlerin nitel değişimlere dönüşmesi”
yasasıdır. Bir ölçüde bir geçiş yasası olarak bunun tersi,
değişimin görelilik taşıyabilen yönüne göre, bir olumlu
ya da olumsuz görülebilecek bir süreç de mantıksal ve
olgusal olarak olanaklıdır.

Çelişki, niceliğin niteliğe geçiş yasası ile birlikte,
diyalektiğin üçüncü önemli yasası
“olumsuzlamanın olumsuzlanması” yasasıdır.
Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, aynı
zamanda karşıtlıklardan ya da çelişik olan iki öğeden
her birinin olumlu yanının korunarak ya da saklanarak
aşılması yoluyla, çelişkinin hem olumlu hem de
geliştirici yanını bize göstermiş olur. Olumsuzlama bu
anlamda kendi içinde olumlu bir içeriğe sahiptir.

Soyut ve tek yanlı olumsuzluğa ve karşıtlığın tümüyle
ortadan kaldırılmasına değil, karşıtlıkların
dolayımlanmış olarak somut ve olumlu bir özellik
taşımasına olanak sağlamış olur. Bu evre böylece,
ayrımları ortadan kaldıran bir bütünlük (totalite)
oluşturduğu için en fazla eleştirilen bir ilke olarak,
diyalektiğin olumlu olan üçüncü evresini de
oluşturmaktadır. Marx, tüm bu süreç ve diyalektik
yasaları, tarihin gelişim sürecinde görüp kavrayarak
kendi tarihsel maddecilik kuramını oluşturmuştur.

Marx’ın diyalektik maddeciliği, Hegel’ in
ortaya koymuş olduğu dizgeselleştirilmiş
diyalektiğin bir bilimsel yöntem olarak tarihe
toplumsal olgulara uygulanması
görünümündedir.
Marx bu diyalektik gelişim sürecini tarihin
içeriğinde görmekte, diyalektik yasaları aynı
zamanda tarihin içeriğinden çıkarsamaktadır.

Marksist diyalektik anlayışın özünü oluşturan
diyalektik çelişki, tarih ve toplum söz konusu
olunca temelini her tarihsel dönemde egemen olan
ve egemenlikten yoksun bırakılmış ya da
sömürülmekte olan sınıflar arasında gösterir.
Bu çelişki, kendini en belirgin biçimde ortaya koyan
bu iki karşıt toplumsal sınıfın erek ve çıkarları
açısından uzlaşmaz nitelikteki varlığında bulur.

Marx’a göre tarihsel dönüşümün başlangıcını
oluşturan sınıf olgusu, tarihsel bir dönem
olarak toplumda var olan üretim gücü ve üretim
ilişkilerinin belli bir aşamasına karşılık gelir.
Üretim gücü ya da bir toplumda var olan üretici güçler
bir başka deyişle kullanılan emek biçimi ve
üretim sürecinde uygulanmakta olan teknik ve
yöntemlerin tümü, iş bölümü ve sınıfları ayrıştırdığı
gibi, üretim ilişkilerinin de belirli bir biçim altında
oluşmasına yol açar.

İlkel toplumlarda bireysel ve toplumsal yaşamın
sürdürülmesi için kullanılan “üretim” araçları ya da aletler
ve buna dayalı üretim ilişkileri sınıflı bir toplumun
oluşmasına başlangıçta izin vermez.
Burada sorulması gereken soru, ilk sınıflı toplumun ve
tarihin itici gücünün ne şekilde oluştuğu sorusudur.
İnsanlar sadece kendi yaşamlarını sürdürmek için doğaya
uyum sağlamak ve egemen olmak için araçlar üretmekle
kalmazlar, Marx’a göre, böylece aynı zamanda kendi bireysel
ve toplumsal yaşamlarını da sürdürecek araçları da üretirler.

Maddesel yaşamını sürdürmek için insanların
kullanmış oldukları araçlar, diğer yandan insanlar
arasında egemenlik ve buna bağlı üretim ilişkilerinin
de ortaya çıkmasına yol açar.
Bu nedenle Marx, tarihin ilk ilkel ortaklaşmacı
sınıfsız toplumu dışında ve sınıfsız toplumun ortadan
kalkmasıyla birlikte, tarihin başlatıcısı ve
dönüşümünün temelini, egemenlik ilişkilerinden
kaynaklanan sınıf mücadelelerinde görür.

Marx ve Engels, birlikte yazmış oldukları Komünist
Manifesto ’da günümüze dek bütün toplumların tarihini
sınıf mücadelelerinin tarihi olarak belirlerler. Fakat Marx’ ta
sınıf mücadelelerine tarihin sürmesine ve ortaya çıkmasına
daha da öncel olan, maddesel yaşamın sürekli tekrarlanan
yeniden üretimidir. Marx’ın anlatımından doğrudan
aktaracak olursak:
İnsanlar tarihi yapabilmek için yaşayabilecek durumda
olmalıdırlar ön varsayımından işe başlamak zorundayız.

Ama yaşayabilmek için her şeyden önce içmek, yemek, barınmak
giyinmek ve daha bazı şeyler gerektir. Demek ki, ilk tarihsel olay
bu gereksinimlerin sağlanmasını elverişli kılan araçların üretimi,
maddi yaşamın kendisinin üretimidir ve bu, binlerce yıl önce
olduğu gibi, bugün de insanları hayatta tutmak için gün-gün,
saat-saat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir olay, bütün
tarihin temel bir koşuludur….
İlk gereksinimin kendisi bir kere sağlandığında, onu sağlama işi
ve bu sağlama işinden kazanılmış olan alet yeni gereksinmelere
iter ve yeni gereksinmelerin bu üretimi, ilk tarihsel olaydır.

Görüldüğü gibi, Marksist felsefede tarihi başlatan ve onu
sürdürmekte olan ilk olay, insan tarafından gerçekleşen
doğrudan doğruya maddesel yaşamın üretimidir.
Marx’a göre, aynı zamanda insanlar kendi yaşamlarını
sürdürebilmek için bir takım araçlar üretirlerken, kendilerini
diğer varlıklardan farklı kılmış ve dolaylı olarak kendi gerçek
maddesel yaşamlarını da üretmiş olurlar.
Bu nedenle tarih, insanın belli bir zorunluluk altında, fakat
kendi istencini aşan koşullar altında gerçekleştirdiği maddesel
bir zorunluluk taşıyan eylemlerinin bir sonucudur.

Marx’ın tarih anlayışında, her toplumsal ve tarihsel
dönem, o döneme damgasını vuran, o dönem içinde
egemen olan ekonomik üretim, üretilen malların
değişim ve paylaşım biçimi ve aynı zamanda bu
ekonomik üretim biçimine dayanan ve ona uygun bir
biçimde oluşmuş toplumsal örgütlenme biçimiyle
açıklanır. Her dönem, kendi içinde var olan üretim
biçimine dayalı ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olmak
üzere, mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri
açısından karşıt sınıflar oluşturur.

Toprağın ortak mülkiyetine dayanan ilkel kabile toplumunun
dağılmasıyla tarihsel olarak ortaya aynı zamanda siyasal egemenlik
ilişkisini de pekiştiren, mülkiyete dayalı ekonomik ya da üretim ilişkisi
açısından sömüren ile sömürülen olmak üzere iki farklı karşıt sınıf
çıkmıştır.
Toprağa bağlı (feodal) mülkiyet ilişkisi ve üretim biçiminin bulunduğu
toplumda, üretim araçlarının sanayileşme sonucu niteliksel değişimi ile
birlikte, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve üretim biçimine bağlı
olarak ortaya çıkan karşıt sınıflar arasındaki savaşım, yerini anamalcı
(kapitalist) toplum ya da toplumlarda farklı sınıflara bırakarak daha
dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştır.

Marx’ a göre karşıt sınıflar arasında gerçekleşen bu
uzlaşmaz mücadele, kendini tarihte, tarihin oluşum ve
oluşturucu süreci olarak gösterir. Bu karşıt iki sınıf
arasında gerçekleşen mücadele önce, ortak mülkiyetin
ortadan kalktığı ilk sınıflı toplum olan eski köleci
toplumda, efendi ile köle; toprağa bağlı toplumda,
feodal bey ile toprağa bağlı serf; feodalizmin sonunun
yaklaşmasıyla buna meslek örgütüne bağlı emek ustası
(zanaatkâr) ile topraktan kopuk halk da eklenmiştir.

Son olarak bu mücadele, toprağa bağlı sınıfın ortadan
kalkmasıyla kentsoylu toplumda, kentsoylu ile emeğini
pazarlayan işçi (proleter) sınıf arasında
gerçekleşmektedir.
Tarihsel süreç içerisinde karşıt sınıflardan ezilen sınıf bir
sonraki aşamada, kedisine karşıt sınıfla olan mücadelesinde,
bu karşıt egemen sınıfa üstün gelerek tarihin diyalektik
seyrine uygun kendi egemen sınıfını ve yeni egemen toplumu
yaratmıştır.

Fakat her egemen toplum ya da sınıf, kendi
içinde kendine karşıt bir sınıfı yaratarak tarih
sahnesinden çekilmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla,
Marx’a göre, kentsoylu ya da üretim araçlarının
mülkiyetini elinde bulunduran kentsoylu aynı
zamanda anamalcı toplum da kendi karşıtını içinde
barındırmaktadır. Kentsoylu sınıf her şeyden önce,
kendi mezar kazıcılarını üretmektedir.

Dünya tarihini, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak yorumlayan
Marx, ortaya koymuş olduğu maddeci belirlenimci düşünceden
hareketle sonuçta bir kılgısal felsefe, bir eylem (praksis)
felsefesi ortaya koymuş olur.
Tarihsel maddecilik, tarihin bilimsel maddeci kavranışını
gerçekleştiren bir kuram olmanın ötesinde, bu kuramın ortaya
koyduğu gerçekliğe dayanarak, tarihi kendi diyalektik yasalarına
bağlı kalarak dönüştürmeye olanak sağlayan kılgısal bir felsefedir.

Marksist felsefenin bu kılgısal yönü, onu kendinden önceki
felsefelerden ayırır. Çünkü Marx, kendinden önceki filozofları,
var olan gerçekliği ya da dünyayı sadece yorumlamakla yetindikleri
için eleştirir ve kendi felsefesi için asıl önemli olanın var olan
gerçekliği değiştirmek olduğunu bildirir. Marx için doğru bir kuram,
yaşama uygulanabilir sonuçlar doğurduğu oranda ancak bir değer
taşıyabilir. Böylece Marx’a göre, evrensel tarih, sınıf
mücadelelerinin, daha doğrusu ekonomik toplumsal, maddesel
temeller üzerinde yükselen ezilen sınıfların gerçekleştirdiği
devrimci mücadelelerin tarihidir.

Marx, anamalcılığın işleyiş yasalarını başyapıtı olan üç ciltlik
Kapital ’de ayrıntılarıyla incelemeye çalışır. Ona göre, özel
mülkiyetin ve özellikle üretim araçları üzerinde mülkiyetin
oluşması, toplumların sınıflara ayrılmasını ve sınıflar arasındaki
mücadeleyi hızlandırır.
Üretim üzerindeki sınıf egemenliği, üretim araçları ve üretilen
nesneler üzerinde oluşan özel mülkiyet, en başta üretimi
doğrudan gerçekleştirmek zorunda bırakılan sınıf olmak üzere
tüm insanları ve toplumu kendi doğasına ve üretmiş olduğu
ürünlere yabancılaştırır.

Bir yabancılaşma olarak insan varlığının kendi
doğasına aykırı bir durum alan bu yosunlaşma,
gittikçe bireysel ve toplumsal özgürlüğün yitimiyle
birlikte gerçekleşir. Bu süreç, farklı sınıflar arasında
var olan karşıtlığı ve ayrışmayı daha da belirgin hale
getirir. Anamalcı üretim ve üretilen malların değişim
(mübadele) biçimi, zaman içinde yerel ya da ulusal
farklılıkları ortadan kaldırmakta sadece iki karşıt
sınıfın savaşımını körükleyerek tüm dünya uluslarını
birbirine yakınlaştırmaktadır.

Bu durum, bireyin kendisine ve içinde bulunduğu
topluma yabancılaşmasına, üretim sürecinde bir
araca ya da nesneye dönüşmüş bireylerin
olumsuz durumuna son verecek olan özgür yeni
bir toplumun oluşturulmasında tüm işçi
sınıflarına uluslar arası evrensel bir sorumluluk
yüklemektedir.

Sınıf mücadeleleri tarihi oluşturmakla birlikte, her
tarihsel çağa damgasını vuran karşıt sınıfları
oluşturan sınıfsal yapı, ekonomik üretimde kullanılan
üretim araçları tarafından belirlenir.
Belirli bir biçimde yapılanmış olan üretim güçleri ile
üretim ilişkileri karşılıklı olarak birbirlerini koşullar ve
destekler. Bir toplumun egemenlik ilişkisinin yapısını,
açıkça o toplumda var olan maddesel üretim güçleri ve
üretim ilişkilerinin durumu belirler.

El aleti gücüyle çalışan bir topluluk, makine kullanan topluluktan
tümüyle ayrı bir sınıflar arası ilişki ya da sınıf karşıtlığı yaratır.
Bir toplumun oluşturduğu üretim yöntemi ya da üretici gücünün
gelişimi, aynı zamanda sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki
zorunlu bir biçimde oluşan uzlaşmaz karşıtlığı doğurmuştur.
Anamalcı üretim biçimi, zaman içinde anamalın (sermayenin)
birikmesi ve belli ellerde toplanmasına olanak kazandırırken, hiçbir
sınır tanımayan salt kazanç amaçlı üretim, egemen sınıfın zararına
ve yok olmasına yol açabilecek biçimde, karşıt toplumsal sınıfların
gittikçe tümüyle ayrışmasına neden olmaktadır.

Marx’a göre, “Burjuvazi çağının ayırt edici
özelliği, sınıf çatışmalarını basitleştirmiş olmasıdır”.
Çünkü Marx açısından, kentsoylu toplumda
başlangıçta anamalcı girişimci sınıfın dışında
birbirinden farklı toplumsal katmanlar bulunsa da,
sonuçta zaman içinde anamalcı ve işçi olmak üzere
iki karşıt sınıftan birine katılmış olacaklardır.
Bu keskin ve uzlaşmaz karşıtlık, işçi sınıfının
mücadelesi ve başarısıyla son bulacaktır.

Marx, tarihin diyalektik gelişim sürecine uygun
olarak, bu son aşamada kentsoylu sınıfın
egemenliğinin işçi sınıfı tarafından ortadan
kaldırılacağını, yeni bir toplumsal devrimin
gerçekleşeceğini kaçınılmaz bir sonuç olarak
öngörmektedir. İşçi sınıfının gerçekleştireceği
devrim, işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek ve
onun sınıf egemenliğiyle sonuçlanacak bir devrim olsa
da, sınıf egemenliğinin daha önceki toplumsal
evrelerde oluğu gibi basit bir yer değiştirmesi değildir.

Bu gerçekleşecek olan devrim, komünizmin oluşumunun ya da
sınıfsız topluma geçişin ilk aşamasını oluşturacak, zaman içinde
sınıf egemenliğine son verecek olan işçi sınıfının öncü
egemenliğine ya da diktatörlüğüne dayanan bir sosyalist
devrimdir.
Sosyalizmin bu ilk evresi, her ne kadar sınıflı bir toplumu ve
onun bir sonucu olan devlet egemenliğini zorunlu olarak
gerektirse de, Marx’a göre daha önceki devrimci sınıflara
oranla ve hatta onlardan farklı olarak, işçi sınıfı (proletarya)
oldukça önemli evrensel bir görev üstlenecektir.

Çünkü işçi sınıfının asıl savaşımı, öncelikle üretim
araçlarının olmak üzere, mülkiyet olgusunun
dolayısıyla sınıflı toplumun ortadan kaldırılmasına
yöneliktir. Çünkü Marksist felsefe açısından daha
önceki toplumsal devrimler, azınlıkların çoğunluğa
karşı çıkarları ve ayrıcalıklarına dayalı
gerçekleşmiştir. Oysa “Proletarya hareketi, büyük
çoğunluğun, büyük çoğunluk yararına kendiliğinden
hareketidir”

Dolayısıyla işçi sınıfının gerçekleştireceği devrim,
kendinden önceki üretim ilişkilerine, sınıflı toplumun
ortadan kalkması yoluyla emeğin artı değer olarak
sömürülmesine son verecek olan köklü bir devrim
olacaktır. Kısaca vurgulamak gerekirse, Marksist tarih
anlayışı ve tarihsel sürecin gelişimini sınıf
mücadelelerinin bir sonucu olarak kavramaktadır.
Sınıflar arası savaşımın oluşturduğu devrimler, tarihin
maddesel temellere dayalı zorunlu olarak ulaşacağı
doğrultuyu göstermektedir
.

Marx, tarihin maddeci gelişim sürecini aynı zamanda
bir diyalektik süreç olarak kavramaktadır.
Onun tarihsel maddeciliği, tarihin sınıfsız bir toplum olan
ilkel paylaşımcı bir toplumdan başladığı, diyalektik bir
gelişim süreciyle farklı toplumsal aşamalardan geçmiş
olduğu olgusuna dayanarak, işçi sınıfının gerçekleştireceği
sonul bir devrim aracılığıyla tekrar sınıfların ve dolayısıyla
devletin ortadan kalmış olacağı komünist bir topluma
ulaşacağı öngörüsünü ortaya koymaktadır.

Bu tarihsel gelişim, Hegelci diyalektik tarih
anlayışından farklı, sadece evrimsel değil, evrimsel
olmaktan daha çok devrimsel bir nitelik taşımaktadır.
Marksist devrim, aynı zamanda evrim sürecini de
içermektedir. Çünkü diyalektik açıdan, nitel değişim
olan devrim, nicel ya da evrimsel dönüşümler
aracılığıyla hazırlanır.
Toplumların niteliksel olarak dönüşümü, daha
önceki toplumsal yapıdan kesin ve sonul nicel bir
farklılaşmayı dile getirir.

Toplumsal devrim, evrim sürecinin gerçekleştiremediği
toplumsal kurumların köklü bir değişimiyle, evrim sürecinin
tersine tarihsel süreçte ancak bir sıçramayla, niceliksel olanın
nitel bir değişimi ve dönüşümüyle olur.
Toplumsal tarih, Marx’a göre, diyalektik yasalar çerçevesinde
oluşmaktadır. Sınıflar arasında diyalektik bir özellik ya da ayrım
olarak karşıtların birliği ve savaşımı ve sınıf mücadelelerinin
bir sonucu olan toplumsal devrimler, niceliğin niteliğe geçişi ve
olumsuzlamanın olumsuzlanması gibi diyalektik yasalarla
açıklanır.

Kısaca Marksist felsefe açsından,
tarihsel süreç, diyalektik yasalar tarafından
belirlenir ve dolayısıyla diyalektiğe uygun
bir gelişim gösterir.

Diyalektik, bilinç ile madde, benden ile düşünce, toplumsal
yaşamda sömüren ile sömürülen gibi karşıt öğeler ya da
sınıflar arasında tek yönlü değil karşılıklı bir etkileşim ve bu
karşıtlıkların birlikteliği olgusunu dile getirir.
Marksist felsefe en başta özne ile nesne arasında
varlıkbilimsel ve aynı zamanda bilgi kuramına ilişkin olmak
üzere ve daha sonra toplumsal sınıflar arasında var
olan kesin ayrımları ortaya koyarken, öte yandan bu ayrımlar
arasındaki etkileşim ve bağıntıları diyalektik aracılığıyla
göstermeye, aynı zamanda tüm gerçekliği bütünlüğü içinde
kavramaya özen gösterir.

Karşıt öğeler arasındaki birbirini dönüştüren ilişkiyi
Marx diyalektik bir yaklaşımla ele alır. Burada
Marksist belirlenimcilik açısından, tarihsel süreci ve
özellikle toplumsal yaşamı doğru bir biçimde
anlamak için, Marksist felsefede “maddesel temel”
ile “üst yapı” arasındaki ilişki, karşıtlar arasında var
olan diyalektik belirlenimi tanıtlamak açısından
Marx’ın ortaya koyduğu diyalektik düşüncenin en iyi
örneklerinden biridir.

Marx’ ta, madde ve düşünce arasında var olan ilişkiye
koşut bir biçimde, toplumsal yaşam, ekonomik
ilişkilerle belirlenen maddesel yaşamın zorunlu bir
yansımasıdır. Marx’ın tarihsel maddecilik kuramında
dile getirmiş olduğu temel; bilindiği gibi, toplumların
belirli bir gelişim
aşamasındaki ekonomik yapısından oluşur. Bu
ekonomik yapı, toplumda var olmakta olan üretim
gücüne, daha doğrusu emek türlerine, ayrıca başta
üretim sürecinde kullanılmakta olan araçlar olmak
üzere, üretim biçim ve yöntemlerine karşılık gelir.

Üretim gücünün oluşturduğu bu temel yapı, diğer yandan
kedisine uygun bir üretim ilişkileriyle birlikte var olur.
Her farklı üretim biçimi, üretim ilişkileriyle birlikte, aynı
zamanda kendine uygun bir toplumsa bilişsel ve ahlaksal
ilişkiler dizgesi oluşturur. Bu nedenle, Marx’ göre,
“Maddi hayatın üretim tarzı genellikle sosyal, siyasî ve fikrî
hayat sürecini belirler (şartlandırır). İnsanların varlıklarını
belirleyen bilinçleri değil, aksine insanların bilinçlerini
belirleyen onların sosyal varlıklarıdır”.

O halde, kısaca Marx açısından, üst yapıyı meydana getiren
toplumsal yaşamın özünü oluşturan ve belirleyen ekonomik
ya da maddesel temeldir.
Bir toplumda bulunan üretim güçleri ve buna bağlı olan
üretim ilişkileri, tüm tinsel yaşamı az ya da çok belirler.
Fakat buradaki diyalektik belirlenim, Marksizm’den önceki
düzenekçi maddecilikte olduğu gibi, ne sadece tek yanlı, ne de
maddesel olanın ya da temel olanın değişmeksizin ve üst
yapıdan etkilenmeksizin tinsel olanı belirlediği bir belirlenim
biçimi değildir.

Oysa Marx’ın diyalektik yaklaşımında, diyalektik öğeler
arasında, mantıksal olarak birbirini gerekli kılan zorunlu
bir ilişki olmakla birlikte, bazen olgusal dünyada zaman
açısından öğelerden birinin öncelikli ya da başat olması söz
konusu olsa da, karşıt öğeler arasında tek yönlü olmayan
sürekli bir karşılıklı belirlenim ya da etkileşim ilişkisi
vardır. Dolayısıyla, belirli bir tarihsel dönem içinde yer alan
bir toplumda, üretim biçimi ya da yönteminden oluşan
temel yapı, kendine uygun toplumsal ilişkileri, egemen
sınıfın dünya görüşüyle biçimlenmiş olan siyaset, hukuk,
felsefe, din, sanat gibi düşünüş ve yaşayış biçimini oluşturur.

Sınıflı bir toplumda egemen sınıfın gücünü temsil eden
devlet, Marx’a göre, egemen olan düşüncenin tüm topluma
damgasını vurmasına aracı olur. Fakat bu düşünceler,
tarihsel süreç içindeki üretim güçlerine ve ilişkilerine bağlı
olduklarından dolayı, saltık ve kalıcı düşünceler değildirler:
“İnsanlar, toplumsal ilişkilerine uygun olarak, ilkeler,
düşünceler ve kategoriler üretirler. Bu düşünceler, bu
kategoriler böylece, tıpkı ifade ettikleri ilişkiler gibi
ölümlüdürler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünledir”

Her toplumun kendi ekonomik üretim biçimiyle doğrudan
ve zorunlu bir ilişki içinde oluşturduğu toplumsal değerler
evrensel değildir. Maddesel yaşamın üretim biçimiyle
zaman içinde oluşan toplumsal temel yapı, tüm toplumun
tinsel yapısını dönüştürür ve belirler. Bir başka deyişle,
insanların ya da toplum yaşamını belirleyen tüm düşünüş
ve inanış biçimiyle toplumsal değerler, maddesel yaşamın
sürdürülmesi için zorunlu bir biçimde gereken üretim
sürecinin toplumsal yaşama bir yansıması ve onun bir
sonucudur.

Bu nedenle insanlar, maddesel yaşam koşulları ve maddesel
dünyanın sürekli üretimiyle belirlenen ya da koşullanan tinsel
yaşamlarıyla sınırlı bir özgürlüğe karşılık gelen kılgısal ve
düşünsel olanaklara sahiptirler.
Zaman içinde maddesel yaşamın sağladığı olanaklar insan
varlığı için göreli olsa da bir sınırlılık ya da zorunluluk taşır.
Toplumda bireyler, maddesel üretim sürecinin, bir toplumda
hazır bulunan üretim araçlarının ya da ekonomik yapının
koşullanması altında toplumsal yaşamlarını sürdürürler.

Marx’ın vurgulamış olduğu gibi, “Hayatlarının
(varlıklarının) sosyal üretiminde insanlar, kendi iradelerine
tabi olmayan, belirli zaruri ilişkiler, -yani maddi üretim
güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eden üretim
ilişkileri- kurarlar”. İnsanın belli bir dönemdeki tinsel
varlığını, o tarihsel dönem içindeki maddesel dünyanın ya da
yaşam biçiminin koşullaması altında sürdürmek zorunda
olmasından dolayı, insanın bilinci ve bilinçli öznel istenci var
olan toplumsal ve tarihsel koşulara karşın aşkın değildir.

Bu nedenle toplumsal yaşam ve olanakların
ötesine geçen, tümüyle sınırsız bir özgürlükten söz
etmek olanaklı değildir. Marksist diyalektik felsefe,
öncelikle bilinç ile madde ya da özne ile nesne
arasındaki ilişkiden başlamak üzere, maddesel
(ekonomik) alt yapı ve tinsel (ideolojik) üst yapıya
varıncaya dek tüm karşıtlıkları bir bütünlüklü yapı
içinde karşılıklı dolayımlanmış ilişkileriyle birlikte
kavramaya çalışır.

Marx, özellikle tinsel ve maddesel dünyayı birbirinden
farklı ulamlar olarak ayrımlamakla birlikte, tümüyle
birbirinden yalıtılmış ya da soyutlanmış öğeler olarak
görmez. Diyalektik, bu anlamda Marx açısından karşıt
öğeler arasındaki etkileşimi açığa çıkarmanın ve
kurabilmenin ya da karşıt kavramları dolayımlı
kılmanın bir bilimidir. Salt karşıt öğeler arasındaki
birbirinden bağımsız görünen ayrımdan dolayı,
diyalektik düşünce ve yöntem Marksist felsefede bir
gereklilik ve gerçeklik kazanır.

Hegel felsefesinden farlı olarak, hem özne ile nesneyi
birbirinden, hem de bilme sürecini gerçeklik sürecinden
ayırt eden Marksist felsefe, özne ile nesne arsındaki
ilişkiyi içkin değil, dışsal bir dolayımı gerektiren bir
diyalektik yaklaşımla kurmaya çalışır.
Karşıt birbirine indirgenemez ulamlar ve karşıtlıklar
arasındaki ayrım ve dışsal karşıtlık, bu öğeler
arasındaki doğrunda diyalektik bir bağın ya da
dolayımın kurulmasını ister istemez zorlaştırır.

Bu nedenle Marx, birbirine uzak duran özne
ile nesne arasındaki kesin ayrımdan
kaynaklanan dışsal dolayımı çözümlemek için
bir eylem (praksis) felsefesine, bir başka
deyişle kuramsal düşünceye dayalı bir kılgısal
felsefeye Hegelci diyalektikten daha fazla
önem verir.

Marx’ın tarihsel maddecilik kuramında, temel olarak adlandırılan
toplumun ekonomik yapısı, tinsel değerleri ya da toplumun düşünsel
üst yapısı üzerinde belirleyici bir etkisi bulunsa da, daha sınırlı
olmakla birlikte, aynı zamanda toplumun tinsel ya da dünya görüşsel
üst yapısının da temel yapı üzerinde etkisi vardır.
Marx’ın toplum ve tarih kuramının katı ve tek yanlı bir
maddeci indirgemecilik ya da bir ekonomik belirlenimcilik olduğu
biçimindeki acımazsız eleştirileri giderebilmek için Engels, Marx ve
kendisinin en son kertede belirleyici olan etkenin üretim araçları ve
ekonomik maddesel temel olduğunu dile getirmiş olduklarını dile
getirir ve altını çizerek vurgular.

Engels, Marx ile birlikte oluşturmuş oldukları kendi
kuramlarında, tüm yazıları aracılığıyla temel ve üst yapı
arasındaki karşılıklı diyalektik etkiyi vurgulamaya özen
gösterdiklerini belirtir.
Engels, kendileri için ekonomik maddesel temelin en
son kertede (aşamada) belirleyici olmasının kuramlarının
maddeci özgün karakterinden dolayı gerekliliğine ayrıca
dikkat çekmek ister. Düşüncelerinin maddeci olmasının
ötesinde, ne kendisinin ne de Marx’ın yaşamlarının hiçbir
aşamasında katı belirlenimci bir düşünceyi savunmadıklarını
dile getirir.

En son aşamada maddesel temelin belirleyici olması,
Marksist toplumsal kuramın idealizm ile maddecilik arasında
bir tercih yapması, sadece Marksist kuramın değil, her felsefi
kuramın ister istemez sonuçta yapması gereken bilinçli bir
tercihin gerekli olmasından kaynaklanır ve bunu zorunlu
kılar.
Burada toplumsal yaşamı diyalektik bir biçimde belirleyen,
tüm diyalektik gelişimin temelinde yatan maddesel yaşamın
zorunlu ve sürekli yeni baştan üretimine olanak sağlayan
üretim araçları ve dolayısıyla ekonomik temeldir.

Tarihsel maddeci Marksist kuram açısından, insanlar
kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ancak bunu var
olan belirli öncüllerle ve kendilerinden önceki
kuşaklardan üstlenmek zorunda kaldıkları belirli
koşullar içinde gerçekleştirirler.
Her kuşak bir yandan kendilerine aktarılan etkinlik
biçimini tümüyle değişmiş çevre koşulları içinde
sürdürmek durumunda kalırken, diğer yandan,
kökten değişik bir etkinlik ve çabaya yönelerek eski
koşulları da değiştirmiş olur

Bu nedenle, Marksist felsefenin özgürlük anlayışına
göre, ortam ve koşulların insan varlığını
dönüştürdüğü oranda, insanlar da kendi ortam ve
koşullarını dönüştürürler. Burada, daha çok
başlangıçta ve sonrasında, maddesel ve toplumsal
yaşamlarını üretip sürdürebilmek için, insanların
etkinliğini ya da varlığını belirleyen koşulların
gene zaman içinde insanlar tarafından
dönüştürülerek yaratılması söz konusudur.

İnsanların kendi yaşamlarını kendi eylemleri tarafından
belirlenmesi ama bunu daha önceki ve öte yandan kendileri
tarafından yaratılmış koşullar içinde gerçekleştirmiş olmaları,
onların bir zorunluluk içine girmesi ve yaşamlarını bu
zorunluluk içinde dönüştürüp sürdürmeleri anlamına gelir.
Bu açıdan Marksist felsefeye göre insan, kendi koşullarının
yaratıcısı olarak özgürdür.
Fakat bu özgürlüklerini insanlar, yaşamlarını sürdürebilmek
için kendi bilinçlerini ve istençlerini aşan maddesel ve
zorlayıcı koşullar altında oluşturmak zorundadırlar.

Dolayısıyla insan varlığı, devraldığı zorunlu koşullar
altında, bir yandan kendini ve içinde yaşamakta olduğu
maddesel dünyayı ya da doğayı dönüşüme uğratırlarken,
diğer yandan kendi bilincini de dönüşüme uğratmış ve
doğa karşısında zaman içinde özgürleşmiş olur.
O halde, insan varlığı için özgürlük, tüm koşullardan
bağımsız, salt verili bir şey olmaktan çok, zaman içinde
oluşan ve zorunlu bir süreç içinde gerçekleşen bir
özgürlüktür.

Özgürlüğün sadece insana ve onun insan olmaktan
dolayı özsel varlığına ilişkin bir şey olduğunu düşünsek
bile, bu özgürlük Marx açısından her koşulda verili
kabul edilmesi gereken bir olgu değildir. Bunun tam
tersine, özgürlük zaman içinde insanın zorunlu olarak
girmiş olduğu egemenlik ve mülkiyet ilişkileriyle
yitirilmiş olduğu bir özellik ve dolayısıyla ancak
tekrardan gene zaman içinde mücadeleyle insan varlığı
açısından kazanılması gereken bir şeydir.

Özgürlük, daha doğrusu, insan özüne ilişkin olmuş ya da
tamamlanmış bir şey değil, olması gereken bir şeydir.
Bu nedenle, özgürlük insanın kendi türsel varlığına ya da
özüne, kendi ürettiği ve fakat kendine karşıt hale gelmiş olan
kendi varlığına, emeğine ve içinde bulunduğu doğaya
yabancılaşmasıyla yakından ilişkilidir.
Özgürleşme ve özgürlük az ya da çok, ancak zaman içinde
insanı insan olmaktan çıkaran zorunlu koşulların ortadan
kaldırılması ve yabancılaşmanın aşılmasıyla olanaklı
olacaktır.

Marx erken dönem yazılarında, özellikle
1844 El Yazmaları ’ nda soyut bir insan özünden söz
etmek yerine somut toplumsal koşullar altındaki
insanın özüne uygun olmayan olumsuz
durumu belirtir, kentsoylu ve anamalcı bir
toplumda, insanın yabancılaşmış doğasına karşıt,
insanın olumsuzlayıcı emeği aracılığıyla
gerçekleştirebileceği örtük özgürleştirici gücünü
vurgular.

Bu açıdan tarih, insanın bilincini aşan bir zorunluluk
içinde gerçekleşmekte de olsa,