Basit görünen bekleme eylemi, içinde çok derin bir duygusal bilgelik barındırır. İnsanları bekleyen sadece zamanın akışı değil, ruhun tortulaşması ve büyümesidir. Beklemek bir zihin halidir. Yani geleceği istiyorsunuz ama şimdiyi istemiyorsunuz. Sahip olduğunuz şeyi istemiyorsunuz ve sahip olmadığınız şeyi istiyorsunuz. Beklediğinizde, bulunduğunuz yer ile şu an, bulunduğunuz yer arasında bilinçsiz bir çatışma yaratıyorsunuz. Yansıtılan gelecek ise olmak istediğiniz yer... Günümüz mutlu yaşam rehberleri; beklemeyi bir zihin hali olarak bırakmanızı ve kendinizi bekleme durumuna düşerken yakaladığınızda hemen çıkıp şimdiki ana dönmenizi önerirler. Beklemek sıkıcıdır. Yine de zamanın kemiriciliğini ve vaatlerini deneyimlememizi sağlayan tek şeydir. Modernizm öncesi uygarlıklarda; beklemek bir erdemdi ve en iç ısıtan değişimdi. Zamanı maya, beklentiyi ise ruh hali olarak kullanıp umut dolu bir geleceğe randevu verilirdi. Oysa günümüzde; beklemeyi unuttuk. Doğal ritimlerin en önemli unsurlarını büyük ölçüde ortadan kaldıran bir “açma-kapama” modunda yaşıyoruz.
Üç zaman olduğu söylenebilir: geçmiş olayların şimdiki zamanı “hafıza”, şimdiki olayların şimdiki zamanı “algı” ve gelecekteki olayların şimdiki zamanı “bekleyiş” tir. Beklemek yalnızca kronolojik zaman algısıyla değil aynı zamanda bireysel olarak yaşam olaylarına maruz kalmayla da ilişkilidir. Fenomenologlar, günümüz toplumunun ontik görüşünden farklı bir ontolojik zaman görüşüne sahiptir. Zaman doğrusal bir boyut olarak değil, her bir kişinin çevresiyle olan ilişkilerinin sonucu olarak kabul edilir. Bir yandan kronolojik, nesnel zaman; kişinin gününü veya yaşamını saate göre düzenleme biçimi ve diğer yandan öznel zaman; zaman deneyimi, kişinin kişisel yaşamındaki, süresi bireyin biyografisine, deneyimlerine, inançlarına, tutumlarına, ihtiyaçlarına, deneyimlerine ve karşılaşılacak olaylara bağlı olarak değişken olarak algılanan zamandır. Zaman aynı uzunlukta olsa bile, onu nasıl algıladığınıza bağlı olarak tamamen farklı bir anlam taşıyabilir. Bekleyerek geçirilen zaman sadece bir sabır zamanı değil, aynı zamanda bir korku zamanıdır. “Beklemek” aslında başlangıçta “beklenen için” midir? Eğer eylemsizlik zamanı beklenen içinse; bu kesinlikle acı verici bir zaman olacaktır. Ancak, bu zaman aynı zamanda “sizin zamanınız” yani bekleyenin zamanı olmalıdır. Bekleme süresinin nasıl algıladığına bağlı olarak, beklenenle zihnin bir savaşı başlatır. Aynı zamanda zihin duygularla da bir savaşı başlatmış olur. “Bekleyişin” trajedisi, zihnin zamanı algılayış biçimiyle, yapılandırılır.
Samuel Beckett'in “Godot' yu Beklerken” adlı oyununun iki ana karakteri Vladimir ve Estragon için, “yapılacak hiçbir şey yok” repliği, politik eylemin aciliyetini boşaltır: “Ne yapılacak?” gelecekteki her türlü değişim olasılığı, sabitleyici nakaratının eylemsizliği tarafından raydan çıkarılır: “Godot'yu bekliyoruz” … Beklemek, varoluşsal insan durumunun bir temsili olarak betimlenen hiçliktir. 1950'lerin başlarında, oyun ilk kez sahnelendiğinde, belki de soyutlamalar, savaş sonrası Avrupa'nın hâlâ yaşanabilir bir gelecekten yoksun bir şimdiki zamanda olması olasılığından eleştirel emilim için daha uygundu. Belirtilmemiş bir felaketin ardından gerçek bir değişim umudu olmadan yaşamaya devam edilen sonsuz bir zaman… Beckett'in oyunu, şimdiki zamanı değiştirebilecek şeyin vaadiyle bir dayanıklılık biçimine dönüşen bir bekleyişi somutlaştırır. Çünkü bu tür uygulamalarda her zaman geleceğe yönelik bir yönelim vardır. Ancak Godot'nun açıkça bulunamaması, bekleme eyleminden gelecek ilişkisini çıkarır. Ne durup vazgeçmek için yeterince zayıf ne de ayrılmak için yeterince güçlü olan Vladimir ve Estragon dayanır ve direnir. Sonunda Godot'yu beklemezler, ama birbirleriyle ve hatta bazen birbirlerinin üzerinde beklerler. Godot'nun bekleme odasında oyalanmak varoluşsal insan durumuna işaret ediyor gibi görünüyorsa, bunun oyunun bulduğu ve bulmaya devam ettiği izleyicilerin, geleceğin vaatlerinin giderek daha ulaşılmaz hissedildiği bir zamanda ısrar etmesinden kaynaklandığı savunulur. Burada, yirminci yüzyıldaki daha erken bir ana geri dönmekten çok, kalıcı zaman hissini izlenir. Bir kişinin adım atabileceği bir gelecekten kopmuş beklemenin “melankoli” veya daha çağdaş yapılandırmasıyla “depresyon” olarak adlandırılan duygusal durumun temel bir özelliği olarak anlaşılma yollarını not etmek olasıdır.
Hem fenomenolojik psikiyatri hem de psikanaliz, modernitenin koşullarıyla ve endüstrileşmiş savaşın yıkıcı deneyimleriyle açık bir diyalog içinde gelişti. Ancak fenomenoloji, zihinsel hastalık deneyimlerinde gerileyen zamansal bir normallik tutumunu olumsuz bir şekilde dile getirirken, psikanaliz, psikopatolojinin ritimlerini ve hastalanmanın kaçınılmazlığını, tüm zihinsel yaşamın ve asla basitçe doğrusal, teleolojik veya sorunsuz bir şekilde akamayan psişik bir zaman yaşamının yapılarını aydınlatmanın bir yolu olarak kullandı. Psikanaliz, bir amaç olmaksızın bekleme hissinin, yaşanmış zamana uygun olanı parçaladığını öne sürmek yerine, bu tür deneyimleri psişik yaşamın kaçınılmaz koşullarının bir parçası olarak anlamaya başladı.
Bugünün toplumu artık beklememize gerek kalmayan, hatta bekleyemeyeceğimiz bir toplumdur. Kontrolümüz dışında olan, hiçbir şey yapamayacağımız, kabullenmekten başka çaremizin olmadığı şeylere karşı duyarlılığımızı kaybetmeye başladık. “Bekleme” eylemini ve onun duyusal algısını, örneğin bir “tesadüfü beklemek”, benliğin ötesinde bir şeyi takip etmek, “geleceğin gelişini beklemek” gibi eylemleri klinik felsefe perspektifinden tartışmaktadır. Bir kişinin bir şeye dair umudu olduğu ve bu umudun gerçekleşmesini beklediği varoluş durumuna “bekleme” denirse; insanlar yaşamın her alanında “bekliyor” demektir. “Beklemek” çoğu zaman umutlarınızın gerçekleşmediği anlamına gelir. İnsanlar bekleyemez ve sonuçların peşinde harekete geçemezler, ancak beklemekten yorulduklarında vazgeçer ve beklemeyi unuturlar.
“Bekleyiş”in öznesinin hissettiği “yenilgi” yalnızca beklemenin anlamsızlığından değil, aynı zamanda o bekleyişle sergilediği edilgenlikten kaynaklanır. Fenomenolojik olarak bu edilgenlik, “edilgen sentez” ile ilişkili bir kavramdır. Bilincin, bireyin kendi niyetleri veya etkin eylemleri yerine, dış olaylara ve diğer insanlara yanıt olarak dünyayı inşa etme sürecini ifade eder. Bekleyişin öznesi; iç benliğini bilinçsizce etkileyen “beklenen” nin yokluğunda kendini inşa etmeyi sürdürür ve o yokluğu bekler. Bu edilgenlik; öznenin sadece bekleyerek zamanı “yaşadığı” Husserl'in ‘yaşanmış zaman’ kavramıyla bağlantılıdır. Ancak zaman, hiçbir zaman onun istediği gibi ilerlemez; tersine iradesinin güçsüz olduğunun fark ettirir. Bekleyiş öznesinin bu edilgen bekleyişte keşfettiği şey; kendi sınırlılıkları ve güçsüzlüğü duygusudur. Bu duygu kendini “yenilgi” olarak gösterir. Yenilgi, dış baskı veya savaş gibi somut olaylardan değil, “güçsüzlüğün” tanınmasından kaynaklanır. Bu kabullenme “yenilgi” nin özünü oluşturur. Çoğu insan için; “dünya büyük bir bekleme odasıdır”. Yaşamak her zaman beklemektir. Kafka'ya göre insanlığın ruhsal bir boyutu olan beklemek, umudun ya da umutsuzluğun sınandığı geçici bir duraklamadan çok daha fazlasıdır; sessizlik, derinlik ve sabırla ilgili metafizik bir durumdur. Böyle bir yorumda, “yaşamın anlamı, beklemenin anlamında aranmalıdır”.
Fenomenolojide "bekleme", gelecekteki bir olayın önceden kurgulandığı ve şimdiki zamanda ona doğru yönelindiği karmaşık bir zaman deneyimidir. Husserl, "Zamanın İç Bilincinin Fenomenolojisi" adlı eserinde zamanın sürekli akmadığını, fakat üç karşılıklı ilişkiden oluştuğunu ileri sürmüştür: “varlık”, “varoluş”, ve “öngörü”. Bu modeli “bekleme” edimine uyguladığımızda, geleneksel duygusal ve psikolojik yorumlamanın ötesine geçen, esasen sezgisel bir yorum elde etmek olası hale gelir. Örneğin, “Beklersem bir gün gelir” söylemi, geleceğe duyulan basit bir güvenin ifadesi gibi görünse de ardında çok katmanlı bir niyet yatar: “Henüz gelmedi”, “Ama gelebilir”, “Ama gelmeyebilir de” Bu tür bir anlatı, hem “gelmeyi” hem de “gelmemeyi” önceden tahmin ederken, her ikisini de parantez içine alarak "sadece bekleme eyleminin" fenomenolojik bir tanımına yol açar.
Bekleme; “yaşam dünyası = Lebenswelt” perspektifinden de incelenebilir. Husserl, son yıllarında, tüm düşünsel etkinliğin temelinde yatan “yaşam dünyası” ‘na odaklandı. Tüm nesnel bilginin ve bilimsel yargının temelinde yatan, düşünülmemiş deneyim dünyasının yapısını sorguladı. Günlük yaşamın bitkin düşürdüğü karakterler sıklıkla “Bu dünya bir yalan” ve “Her şey bir oyun” gibi şüpheci ifadelerde bulunurlar. Bu nesnel dünyanın kurulmasından önce var olan çok özel ve kırılgan bir “anlam dünyası” nı açığa çıkarır. Örneğin “yaşam dünyası olarak çalışma dünyası” bireyler için bilişsel bir nesne olarak değil, “deneyimlenecek bir dünya” olarak görünür. Başka bir deyişle, ne olduğunu nesnel olarak analiz etme eylemi değil; bireyin zihninde oluşan yankılanma ve anlama yoluyla inşa edilen fenomenolojik bir deneyimdir.
“Bekleme deneyiminin” zamanın fenomenolojik yapısıyla bağlantılı olduğu savunulur. “Beklemenin” bir amaçlılık, zamansal süresi ve belirsizliğinin içerdiği “olasılık yapısı” olarak ele alınması yeni ufuklar açar. Başka bir deyişle, bekleyen; “henüz gelmemiş olanı”, “yok olanı” ve “vaat edilmemiş ötekini” üstlenen kişidir. Üstelik bu kabullenme salt edilgen bir kabul olmayıp, tümüyle bilinçli, etkin bir “alımlama” türüdür. Kendisine beklemekten başka çaresi olmadığını söylese de o “bekleme” eyleminin tüm sorumluluğunu almaya razıdır. Kişinin kendi duyguları, anıları, utançları, umutları gibi tüm zihinsel faaliyetlerini harekete geçiren bir “bütünsel amaçlılık” vardır. Bekleyenin "Ben bir aptalım. Gerçek bir aptalım" dediği durumlarda, tam bir kendini küçümseme görebiliriz. Ancak aynı zamanda, beklenenin yokluğunu kendi yokluğu olarak kabul etme isteği de vardır. Fenomenolojik bir bakış açısından bu, “benliğin sonluluğunu deneyimleme fırsatı” olarak yorumlanabilir. Bekleyen, beklediği yerde kalıp ve sabırla bekleyerek; kendi sınırlılıklarına katlanmak yerine, “sınırlamaların varlığında yaşama” tutumunu seçer. Bu; fenomenolojik olarak “öze duyarlılık” olarak okunabilir. Başka bir deyişle bekleyen; beklerken aynı zamanda “benliğin sınırlarını” ya da “yok olan beklenenin yarattığı çatlağı” da beklemektedir. Bu tutum aynı zamanda Husserl'in “pasif sentez” anlayışıyla da örtüşmektedir. Pasif sentez, bilincin bilinçli olarak herhangi bir şeyi kavrayabilmesinden önce, deneyimin ilkel zamansal, duygusal ve uhrevi bir arka planda bir araya getirildiği süreçtir. Bekleyen, sezgileriyle bir şeyin gelmesini beklemiyor, aksine “bir şeyin gelmesinin deneyimini” yaşıyor. Bu sezgisel deneyimin ortaya çıkardığı şey, “ötekinin gelişi” beklentisi değil, “ötekinin yokluğunda yaşamanın benliği şekillendirdiği” paradoksal bir görünümdür. Bekleme, beklemenin sonucundan dolayı anlam kazanır ve bekleme davranışının kendisi, sonucun sadece bir yorumudur.
İnsan; zamanı kucaklamak istiyor ama zamandan korkuyor. Proust'a göre zaman iki yüzlü bir canavardır. Hem bir kurtuluş hem de bir lanettir. Antik çağlardan beri varoluş sorusunu sorgulayan filozofların hepsi zamandan bahsetmiş ve zaman sorusu karşısında şaşkınlığa uğramıştır. Varoluş ve zaman, varoluş ve bekleyiş, varoluş ve hiçlik her durumda birbirinden ayrılamaz ve her zaman uzayıp gider. Antik çağlardan günümüze metafizik yaratılmıştır. Varoluş neden bu kadar gizemlidir? Yaşam neden bir rüya gibidir? Tüm bunlar zamanın orada oyunlar oynamasındandır.
İnsanlar Beckett'i genellikle “Godot'yu Beklerken”' i hatırladıkları için hatırlarlar. Beckett, yaşamın ardındaki gizemli felsefeyi ifade etmek için elinden geleni yapmıştı. “Varoluşu” çok belirsiz ve hatta bir rüya gibi olacak şekilde büyütmek için algısal bir mikroskop kullandı. Yazar; bir röportajında şöyle demişti: “Çocukluğumdan beri, bir gün yaşlandığımda, varoluşun karmaşıklığında şeylerin özünü bulabileceğimi umdum.” Oysa Yunan filozofu Demokritos'un dediği gibi: “Hiçbir şey, hiçbir şeyden daha gerçek değil” miş … İnsanlar beklemeyi uzun zaman önce öğrendiler. Alexandre Dumas, “Monte Kristo Kontu”' nun sonunda şöyle yazmıştır: "Tanrı insanın geleceğini açıklamadan önce, tüm insan bilgeliği iki kelimede gizlidir: beklemek ve umut." (https://blog.sina.com.cn/s/blog_13b317e1b0102v43f.html, Erişim Tarihi:01.04.2025)
Etiketler: handan tunç , “BEKLEYİŞ” İN FENOMENOLOJİSİ